Yangının ortasında bir damla..
O minik heykel, yaptığım bunca dış geziden aklımda kalanların başındadır.. Minik bir çocuk.. Bebek denecek kadar minik.. Çiş yapıyor..
"Nedir bu" dediğimde anlatmışlardı.. Büyük bir yangın olmuş tarihte.. Bir bakmışlar ki, bu minik çocuk, çişini yapıyor yangına doğru..
Bebeğin çişi koca yangını söndürmemiş tabii.. Ama onun tertemiz yüreğinden gelen bu çaba, sembol olmuş ülke insanlarına.. Bu sembolü yaşatmak için de heykelini dikmişler..
Cumartesi günü öğleden sonra, Lütfi Kırdar'da bir yandan mest olmuş sahneyi izlerken, bir yandan da, bu heykeli düşündüm birden..
Bir yığın ulusal ve uluslararası kundakçının çıkardığı ve ikide birde körükleyerek azdırdığı bitmez tükenmez yangının üzerine dökülmüş bir damlaydı bu.. Minik bir damla, ama dev anlamlı..
Ermenistan Devlet Dans Topluluğu Türkiye'ye belki de en gelinmeyecek zamanda gelmişti..
Yangına gene benzin dökülmüş, gene körükler ele alınmış, dünya ülkeleri parlamentolarına,birbiri ardına, Türkler'in Ermenileri nasıl yok ettiğini anlatan önergeler verilmeye başlanmıştı. Yurt içinde bir yandaAsala'nın siyasal kanadıymışçasına yazılarla tahrik edenler, öte yanda Hitler'den beter azanlar yarayı kaşımak için ellerinden geleni yapıyorlardı..
Doğal olarak, bu işi organize edenlerin "Aman şimdi gelmeyin, hava biraz yumuşasın da" demesi beklenirdi.. Öyle olmadı..
Ermenistan Devlet Dans Topluluğu, yangının tam göbeğine geldi..
Ve de aslında tam zamanında gelmişti.
Anadolu'da binlerce yıl içiçe yaşamış, nerdeyse birbirinden ayrılmaz hale gelmiş iki kültür gene kucak kucağa idi işte..
Dinlediğim müzik öylesine aşina idi ki, kulağıma.. Nasıl olmasın ki.. Alaturka müziğin nice büyük ustası Ermeni değil miydi yüz yıllardır.. Ya danslar..
Ya o danslar.. Erzurum'un barı mıydı, yoksa benim Kafkas dağlarımın lezginkası mı?.. Karadeniz'in Horonu da olabirdi, Van'ın lorkesi de..
Ermeni Devlet Dans Topluluğu değil, bizdik sahnede..
Ermenistan'ın, böyle bir ortamda, adını taşıyan topluluğun Türkiye'yi ziyaretine izin vermesi ne kadar anlamlıydı.. Türk Dışişleri'nin bu geziye izin vermesi, ne kadar umut verici..
Sahne kadar salona da baktım.. Özellikle, o harikulade orkestra "Nasıl yakalamıştım, saçlarından baharı"nı çalarken ve salon şarkının sözlerini, orkestrayı bastırmadan mırıldanırken.. Nasıl keyifliydi herkes.. Nasıl mutlu, nasıl umutluydu?..
Türk halkı ile, Türkiye Ermenileri asırlar boyu baharı birlikte yaşamışlardı. İşte gene yaşıyorlardı..
Bıraksalar, iki komşu, Türkiye ile Ermenistan da ayni dostluğu kardeşliği yakalayacaklardı.
Düşmanlıklardan daima menfaat umanlar bıraksalar..
Konserden çıktım.. Balyan Usta'nın Dolmabahçe Sarayı'nın önünden geçtim, Ortaköy'e geldim.. Balyan Usta'nın muhteşem camisinin narin minareleri göğe yükseliyordu, önlerinde McDonalds'ın kocaman M'si..
"Yakalayacağız Balyan Usta" dedim.. "Yakalayacağız.. Baharı birbirimizin kucağında yakalayacağız birgün yeniden.. Bugün bir kez daha inandım.."
BİZİM DUVAR
K.O.B (Katılım Ortaklığı Belgesi) bize ters gelir. Ters gelirse de burnumuz B.O.K.'tan kurtulmaz.
HAKAN&UTKU
Adana'da bir muhteşem kadın!..
Topu topu bir gece kaldım, 24 saat bile değil, ama Adana'yı anlata anlata bitiremiyorum.. Çünkü bitecek gibi değil..
Cinemaxx'ın o dünyada benzeri az sinema kompleksini açtıktan sonra, toplanıp kebap yemeğe gittik..
Yıllar önce ilk gittiğimde Onbaşılar'dı kebabın adı, burada.. Sonra Mesut oldu.. Sonra Altın Kupa'da dünya lezzetlisi kanatların ünü sardı ortalığı.. Bu arada, iki yer daha var.. Birisine, ünlü hakem Osman Yereşen götürmüştü bizi.. Eski Adana'da, daracık sokaklar arasında, köhne görünüşlü, ama tertemiz bir yer.. Adı bile aklımda değil.. Bu yüzden bir daha gidemedim zaten.. Kalmış mıdır bilmem.. Ama orada ikram edilenlerin tadının damağımda değilse bile beynimde kaldığı kesin.. Bir de sokak kenarında bir arsada açıkta servis yapan "Helal, Adalı Celal" in Adana kebabı..
Bu defa, bambaşka bir yere gittik. Duvarları dolduran fotoğraflara bakılırsa, Adana'nın en sosyetik yeri.. Benden başka herkes gelmiş meğer..
Yüz Evler Kebap salonu.. İki kat.. Mutfağına, tuvaletlerine kadar gezdim.. Bu kadar temiz, bu kadar özenli yer az bulunur..
Sahibi Aydoğdu kardeşler.. Maşallah, yedi taneler.. Bizi Selahattin ağırladı..
Bir masa ki.. Geldiğimizde üstünde duranlar orduyu doyurur.. Bunları yesek, kebaba el süremeyiz.. Tattık.. Güya.. Koca bir sini içinde gelen bin çeşit kebaptan da tadacak yer kaldı ancak.. Öğrendim ki, İstanbul Göztepe'de, İstasyon Caddesi'nde de şubeleri varmış.. (Yazdığım yerlerin telefon numaralarını vermekten bihal oldu Yasemin. Onu kurtarayım.. 0 216 355 18 80) Eğer bu lezzet ordada ayni ise, yandık.. Gelsin kilolar..
Tam karşımda, sarışın bir kadın oturuyor.. Ülkemizin en ünlü annelerinden biri..
Mami!..
Doğru tahmin ettiniz.. Ayşe Arman'ın annesi bu.. Muhteşem bir kadın.. Kelimenin tam anlamı ile muhteşem..
Hayatını anlattı.. Roman olacak bir hayat bu.. Münih'te başlayıp, hiç ummadık şekilde Adana'da devam eden bir yaşam.. Hafif aksan vuran ama mükemmel türkçesi ile, nasıl şirin ve nasıl saklamadan herşeyi anlatıyor ve nasıl keyifle dinliyorum..
Yıllardır Ayşe'yi okurken lafı Mami'ye getirdikçe içimden "Ulan iyi bir annen var" dediğimi hatırlarım.. Meğer az yazarmış kız.. Mami'yi anlatmak için ciltler gerek.. Bir gün daha iyi dinleyip anlatacağım, söz.. Eğer Ayşe yazmazsa, annesini..
Adana gezisinin en güzel yanı bu muhteşem kadını tanımak oldu inanın..
Otele döndüğümüzde gece yarısına yaklaşıyorduk.. Seyhan Otelin altında yeni bir gece kulübü daha açılmış.. Deniz Seki söylüyordu.. "Kapıdan bir bakalım" dedik..
Türkiye'de bugüne dek gördüğüm en güzel dizayn edilmiş gece kulübü abartmasız.. Müthiş bir ses ve ışık düzeni var.. Sesin yüksek volümü benim gibiler için biraz rahatsız edici ama, gençler daha kısık olana müzik demiyor..
Nasıl nezih bir topluluk var.. Adana gençleri nasıl keyifle eğleniyor.. Deniz de nasıl şirin?..
Bir bardak su içip, iki de şarkı dinledikten sonra odamıza çekildik.. Sabah erken uçak var diye..
SEVDİĞİM LAFLAR
Ahlak insanların sevmedikleri insanlara karşı kurdukları oteritedir.
O.Wilde
(Teşekkürler Necat)
Beynin içinde..
Çocukluğunda babasından çektiği işkenceler, küçük Carl'ı korkunç bir şizofren yapar.. Carl, kurban olarak seçtiği genç ve güzel kızları, çölün ortasındaki hurda bir tesiste cam bir hücreye kapar. Hücre suyla dolunca boğularak ölen kızın cesedini çeşitli boyalarla taş bebeğe benzetir ve onunla mazoşist bir sevişmeye girer..
Gene bir kız, otomatik olarak ayarlanmış bu hücreye kapatılmışken, polis Carl'ı ele geçirir.. Ne var ki, adam komadadır. Polis genç kızın sadece 40 saatinin kaldığını bilmektedir.. Peki hücrenin yeri nasıl öğrenilecektir?.
Bir bilim kuruluşunda, komaya giren hastaları hayata döndürmek için deneyler yapılmakta ve Catherine adlı bir uzman, komadaki insanla özel bir laboratuvarda yanyana yatarak, onun beynine ulaşmayı denemektedir.
Anladınız tabii.. Catherine, Carl'ın beynine girebilirse, hücrenin yerini öğrenecek ve kız kurtulabilecektir..
İlgi çekici bir bilim kurgu hikayesi bu.. Biraz fazla kanlı olmakla beraber, çok da ilginç filme çekilmiş.
Ben başından sonuna kadar merakla izledim.. Bilim kurgu gerilim filmlerine meraklı olanlar için birebir..
Tabii bir de Jennifer Lopez unsuru var..
Bu dişi afetin beyninize girmesini ister miydiniz?..
TEBESSÜM
Fıkra Yıldırım Tuna'dan...
Adam elinde iki aspirin tableti ve bir bardak su ile yatak odasına girmiş, karısına uzatmış..
"Ne için o?" diye sormuş karısı.
"Baş ağrısı için" demiş adam.
"Ama benim başım ağrımıyor ki?" demiş, kadın..
"Az sonra.." demiş adam..