O da istiyor ki üç beş kuruş lostraya versin, ayakkabıyı tamir ettirsin ve benim canım paracıklarım onun cebinde kalsın. Ben diyorum ayakkabı çürük, o diyor tutkalı az gelmiş. Ben diyorum ben her ay tamirciye mi gideceğim, o diyor iyi bir tamirle bundan sonra bişiicikler olmaz. Ayrıca yamuk basıyormuşum, böyle basmaya zaten hiç bir ayakkabı dayanmazmış. Yav ben buna dünya para verdim diyorum, daha pahalısı var, o da bir şey mi diyor. Yamuk basışlı ve sonradan görme olduk durduk yerde.
Esnaf mukavemeti diye bir şey var. Katiyen utanma, kötü bir iş yaptım diye eksiklenme, onu geçtim, şu imalatçıyı bir uyarsak mı diye bir düşünceyi akıldan geçirme diye bir şey yok. Öyle umursamaz, had safhada küçümser, seni her an dükkandan atmaya hazır bir vaziyette, hani 'lütfediyorum seni dinliyorum ama tepemin tasını da attırmaya başladın' havalarında... Tam "yeter artık nedir sizin bu küstahlığınız ve cüretiniz" gibi laflar edecekken birden telefon çalar. Ayakkabıcı bey anında -ve büyük bir zevkle- seni bırakır ve saatlerce telefonda konuşur. Hadi kapatsın da bağırmaya öyle devam edeyim dersin, kafanda birbirinden beter suçlama cümleleri kurarsın ama o, telefonu kapatır kapatmaz başka bir müşteriye seğirtir. Ya da daha da beteri, dükkanı terk edip gider! Çoktan titrekleşmiş ama güya hala kararlılığını koruyan o iğrenç sesinle başbaşa kalırsın. Sen sanki o dükkanda yoksun. Bir adet ayakkabı kutususun. Ayakkabıyı dükkanın ortasına fırlatıp gitsen bir türlü (çürük de olsa bir ayakkabıdan oluyorsun), tekrar torbasına koyup dükkandan çıksan bir türlü (tükürdüğünü afiyetle yalamış oluyorsun), adamın peşine takılmaya kalksan bir türlü (kimbilir hangi başka mukavim esnafın yanında), dükkandaki öbür elemanlara dönüp "ee n'olcak şimdi?" desen bir türlü...
Neden ben böyle olamıyorum? Neden ben bir hata yapınca sokağa çıkamaz hale geliyorum? Neden herkesin gönlü olsun diye kendimi helak ediyorum? Neden ben PİŞKİN değilim?
Bu pişkinlik hadisesi bir de en çok kocalarda var. "Yapmasaydın! Ben mi istedim"le başlayıp, "daha bir yemeğini yiyemedik"le devam eden ve nihayetinde "bu çocuklara sen mi baktın sanıyorsun"a kadar götürülen bir pişkinlik, değer bilmezlik ve hafıza kaybı silsilesi. Ama hiç bir koca Güllü'nün kocasıyla yarışamaz pişkinlikte. Bildiğiniz gibi, geçtiğimiz haftalarda Güllü Hanım, kocasından okkalı bir dayak yedi. Hani pazar pazar detayına girip keyif kaçırmayalım şimdi ama beyin sarsıntısı teşhisi konacak kadar ağır bir dayak hadisesi söz konusu olan. Her neyse, hastaneye kaldırılan Güllü hanım bir iki hafta içinde iyileşiyor, yaraları bereleri kapanıyor, beyni yerine oturuyor falan filan. Ve kendine gelir gelmez de kocayı boşamaya karar veriyor. Buraya kadar iyi. Daha daha iyileşince de geçen pazar nihayet Uygur kardeşlerin şovuna çıkıyor. Hoşgeldin beş gittin derken konu dayak olayına geliyor. Başıma gelen çok acı bir şey ama ben ders aldım, evliliğimin böyle bitmesini istemezdim ama napalım, kesin kararlıyım, o iş bitti falan filan derken birden delleniyor ve "Bundan sonra dayak yiyen kadınların hakkını ben koruyacağım! Bir vakıf kuracağım, benim durumuma düşen kadınların derdine derman olacağım!" gibi Güllü'den hiç beklenmedik açıklamalar duymaya başladık. Allah allah derken şarkı faslına geçiliyor. Derken şarkının ortasında Güllü Hanım ağlamaya başlıyor. Aa! N'oluyor derken şarkı kesiliyor ve Güllü, hüngür sepelek "Ben aslında kocamı çok seviyorum, o ne de olsa çocuklarımın babası, ayrılmak istemezdim" diyor ve şak! Koca telefonla programa bağlanıyor. "Ben eşeğin tekiyim, sana bunu nasıl yaptım" faslı içinde Güllü ve kocası, birbirlerine aşklarını tekrar tekrar ilan ediyorlar. Ama Güllü vakıf konusunda kararlı. "Ben yine kuracağım o vakfı" diyor. Peki koca ne diyor dersiniz? "Kur güzelim kur. Al benden de sana bir destek."
Yuh!