Eskilerin koğuşlarında buzdolabının yerinde teldolap vardı. Televizyonun yerinde de olsa olsa tek dalgalı radyo bulunurdu. Hem çile hem de tespih çekenler döneminden, silâh çekenler dönemine geldik. Şimdi cep telefonu ile mermi silâh ya da tepsi tepsi baklava siparişi yapılıyor.
Pehlivan Kara Ali'nin dışında cellat Kara Aliler de yetiştirmek gibi bir özelliğimiz var. Sultanahmet'te halka açık idamları, sabahın köründe kahvaltı ile seyredip üstüne de sigara tüttüren bir neslin bundan ibret mi yoksa zevk mi aldığını halâ çözebilmiş değilim. Yedikule'den başlayan Bekirağa ve Sinop'a kadar uzanan Üsküdar, Toptaşı, Kozyatağı, Selimiye, Sultanahmet, İmralı, Davutpaşa, Metris gibi hepsi ayrı ayrı özelliklere sahip hapishaneler vardı. Bir de kodese gitmeden önce özellikle işgâl döneminde işbirlikçilerin ihaneti ile gidilen mecburi ziyaret yerleri bulunurdu. Bazıları aynı zamanda hapishane görevi görürdü...
Sadece Sansaryan'da değil, Erenköy ve Kroker'den yükselen çığlıkları zaman bastırmış ve günümüze tek bir inilti bile kalmamıştır...
Don gömlek, çıplak ayağında 8 kiloluk zincirlenmiş top gülleler taşıyan nesilden makosenli, lacivert takımlı, Adidas eşofman ve ayakkabılı bir mahkum görünüşüne geldik.
Olup bitenlerle, "kader kurbanı" dediklerimizi birbirinden çok iyi ayırmak gerek. Azınlık kurban ediyor, çoğunluk kurbanı oluyor. Bir "af" lafıyla binlerce insanın çilesine çile katmaktan ve umutları geri almaktan niye bu kadar zevk duyarız ki? İşkence mutlaka yağlı kazığa oturtmak mı? Tırnak çekip elektrik vermek mi? İnsanlara bundan daha büyük bir işkence olur mu? Bu da cezaevlerinin bir başka yönü... Şimdi geçmişin mahpus damına ziyaret saatimiz geldi çattı. Bir türküyle kodesten içeri girelim:
"Mahpushane içinde yanıyor gazlar
Akşamdan akşama çalıyor sazlar
Çok kışlar geçirdik gelmedi yazlar
Düştüm bir zindana yanar yanar ağlarım
Demir parmaklığa çıkar bakar ağlarım
Mahpushane önünde bir uzun selvi
Kimimiz nişanlı, kimimiz evli
Benim sevdiceğim gerdanı benli
Düştüm bir zindana yanar yanar ağlarım
Demir parmaklığa çıkar bakar ağlarım."
Selda'nın sesi, o dünyanın sessizliğinden yankılanmış ve günümüze kadar gelmişti. Tıpkı öncesinde Hamiyet Yüceses'de olduğu gibi: "Mahpushane çeşmesi yandan akar, yandan..."
Ama günümüzde beste aynı da olsa güfte yeniden yazılmışa benziyor:
"Mahpushane çeşmesi, kandan akar, kandan..."
Kara Mehmet pusuya nasıl düştü?
Sayıları toplama gelmeyecek kadar çoktur. Kimi vatana, kimi masuma, mala ve ırza saldırmıştır. Polisin ve adaletin hızlı işlediği yıllarda bu tür suçlar gazete manşetlerine çıkacak kadar önemliydi: Çünkü olay "nadirattan" olduğu için özellik taşırdı.
Şimdi tek kişinin ölümü tek sütun bile yer bulamıyor. Ancak 5-10 kişi ölecek ve işin içinde mutlaka kadın olacak ki, olay sıradan sayılmasın. Anlayacağınız medya ne kadar çok kan akarsa, o kadar yer veriyor bu olaylara.
Eskinin cevval polisleri makyaj yapıp kıyafet değiştirir ve suçluyu yakalardı. Polisin yakaladığını, mahkemenin bıraktığı pek görülmez, ek gözaltı süresi falan istenmezdi. Çünkü her şeyin delili ve belgesi olurdu.
Cevdet Bey son döneme yetişen amirlerden biridir. 1954 yılında polis olan ve Pendik Karakolu'nda göreve başlayan Cevdet Sedef şöyle anlatıyor:
"İstanbul'da bir bekçiyi, İzmir'de bir gardiyanı öldürmek suçundan idama mahkum olan "Kara Mehmet" namı ile ün yapmış Mehmet Yılmaz'ın yakalanması için bütün polis seferber olmuştu. Elimizde isminden başka hiçbir şey yoktu. Aramalar devam ediyor, günler geçiyordu. Bir gün Gülizar isminde bir kadın geldi: "Kara Mehmet kardeşiyle bize haber göndermiş. Haraç istiyor. Bizde kardeşini bağlayarak zaptettik" dedi. Ekibimi alarak oraya gittim. Kara Mehmet'in kardeşi oradaydı. Ağabeyinin nerede olduğunu bilmediğini söylüyor ve direniyordu. Uzun uğraşmalardan sonra Bakırköy'de, Taş ocakları mevkiinde bir gecekonduda beklediğini söyledi.
Ekip ile birlikte Bakırköy'e geçip gecekonduyu sardık. Kapıyı çaldık. Küçük bir çocuk kapıyı açtı. Bağırmaması için ağzını kapatıp Kara Mehmet'in nerede olduğunu sordum. Parmağı ile avlu içindeki odayı işaret etti. Pencereden baktığımda Kara Mehmet'in sağ elinde tabanca, eli tetikte olduğu halde yüzü koyun yatmış uyuyordu. Kapıyı kırmam ve elindeki tabancayı almam yıldırım hızıyla oluştu. Kelepçeyi bileklerine taktığım zaman yüzüme baktı ve: "Elbet bir gün seninle hesaplaşacağım" dedi.
Aradan bir süre geçtikten sonra Kara Mehmet Sultanahmet cezaevinden kaçtı. İzmir ve havalisini bir süre dehşet içinde bıraktıktan sonra Seydiköy'de çorba içerken yakalandı.
Ele avuca sığmayan bu adam Sinop cezaevine kapatıldı. Oradan da kaçmaya teşebbüs ederken kardeşiyle beraber jandarma kurşunlarıyla delik deşik olarak öldü.