Karakteristik bir Türk sinemasının varlığından bahsedebilir miyiz?
Tunç Başaran: Belki diğer ülke sinemaları gibi ayırt edici özellikler taşımıyor ama, varlığını inkar edemeyiz.
Necef Uğurlu: İran sineması, rejim zorluklarına rağmen kendini kabul ettirirken biz, evrensel ölçülere ulaşamadık. Ama bireysel çabalar da var. Vaktiniz varsa her yer yürüme mesafesidir. Yavaş yürür, yaya kalırsınız. Geri kalmışlık budur. Türk sinemasının durumu da bu.
Hep söylendiği gibi maddi zorluklar mı Türk sinemasını yaya bıraktı?
TB: Kesinlikle değil! 'Ah o para bizde olsa neler yaparız!' derler. Bu bir hikaye! Dünya sinemasının birçok güzel filmi az parayla çekilmiştir. Mesela Metin Erksan... "Sevmek Zamanı" mükemmel bir filmdir. Bu film 60'larda, o koşullarda nasıl çekildi diye düşünürüm. Önemli
olan birikimdir. Ayrıca dayakla büyümüş bir toplumuz. 80 sonrası Türk sinemasında bir kıpırdanma varsa, bu da sansürün azalmasından kaynaklanıyor.
Geç kalmışlıkta sansür bu kadar etkili olabilir mi? Çünkü az önce çok İran sinemasından bahsettik...
TB: Daha da önemlisi Sovyet sineması var. Komünist rejime rağmen çok güzel filmler var. Galiba bu, toplumlara göre değişiyor. Bizde çocuk yaramazlık yapınca annesi "Akşam baban ayaklarını kırar" diyor. Öğretmene, "Eti senin kemiği benim" deniyor. Ürkerek bir toplumdan da yaratıcılık çıkamıyor.
NU: Arada çok güzel örnekler var ama genel olarak samiyetsisiz de. Bize kendi içimizden değil de, Zonaro gibi oryantalist bakıyoruz. 'Ay! N'olur Güneydoğu
değişmesin, puşileriyle kalsın' diyor filmler. Ne güzel, ne cici bu az gelişmişlik!.. Sanki bir kültür zenginliği! Kimseyi kırmamak için mesafe kaybettik. Bazı şeyleri acımasızca ortaya koymalıyız. Sinema bir ulusun kültürünün bayrağını çektiği gönderdir. Bunun şakası yok!
TB: Amerikan sinemasının kültürünü taşıyışına bir bakalım: Jesse James kardeşlerin, Billy the Kid'in filmi çevrilip duruyor. Bunlar ABD'nin arkalarında en az 10 ceset bırakan katilleri. Dünyanın neresinde 'zeybekçilik' diye bir oyun var, ama 'kovboyculuk' Afrika'daki kabilelerde bile oynanıyor. Her sinema ülkesini yüceltir. Amerikan filmlerinde kadınla erkek konuşurken, arkadan "ıınn" diye bir ses duyulur. Polis arabası sirenidir. Devletin varlığını hatırlatır.
NU: Bir kişi tüm kötüleri yok eder... Bu, "Bakın bunlar bunlar oldu ama biz iyiyiz" demektir. Biz de bu bağlamda, Susurluk'u, çağımızı çekmeliyiz. Ama bizde sanki 1980-2000 arası yok. Herkes korkudan "Görmedik, duymadık" diyor. Arkeologlar bir kazı yapsa, "Ulan" diyecekler, "Bunlar 20 yıl yok olmuşlar!"
TB: Otosansür de var. Yıllarca, "Bu olmaz, müsaade etmezler" denerek film çekildi. Senaristler de nasılsa çekemezler diye bir sahneyi yazmıyor. Daha geçen gün yaşadım. Bir kızcağız geldi, "Bakın bu bölümü yazmadım, nasılsa çekemezdik" dedi. Üstelik iyi bir halt etmiş gibi dedi. Böyle sinema mı olur!
NU: Biyologlar araştırdıkları mikroplara aşık olurlarmış. "Aa! Ne güzel AIDS virüsü" diye. Ama bir sanatçı ülkesine böyle aşık olamaz. Bu maraz bir ilişkidir. Beş yıldır çevrilen filmlerin önermeleri "Solcular aptaldır. Bu kültür çok yoz, biz zavallılar!" diyor. Bu suyun yüzünde kanat çırpıştır. Kastelli'den bu yana içi boşaltılmış bankaların reklamında sanatçılar rol alıyor. Acımasızca söyledim, ama doğru! Düşünün; bu ülkenin sanatçıları bize neyi benimsetiyor. Bu reklamlara şüpheyle bakar oldum. Birini de takibe aldım, çok önemli bir kadın komedyenimiz oynuyor. Bakalım, bu bankadan ne zaman kötü kokular gelecek...
Böylece para kazanıyorlar. Sanatçı desteklense belki reklam filmleri ile vakit kaybetmek istemezler...
NU: Desteklenecek sinemacılar içinde ben, aktör-yapımcı, yazar-yapımcı, yönetmen-yapımcı olanlara öncelik verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü onlar aynı zamanda yapımcı olarak bir riske de giriyorlar. Yapımcı firmaya da boyun eğmiyorlar. Yoksa, "Hadi şu hanımı oynat, biraz seks sahnesi koy"a varıyor iş.
TB: Bu ABD sinemasında da görüldü. Sıkıntıya girince yapımcı-yönetmenler ortaya çıktı. Lukaslar, Spilbergler gibi... Bu akım, Türkiye'ye de geldi. Mesela ben, sırf yapımcılar yüzünden 1970'lerin başında sinemayı bırakmak zorunda kalmıştım. Çünkü üç tane has yapımcı piyasadan çekilmişti. Her şeyi bir gecede bıraktım, Anadolu yakasında bir eve taşındım ve bir sene dışarı çıkmadım. Sinemacıysanız, başka bir şey düşünemezsiniz. 15 sene reklamcılık yaptım ve kazandığım tüm paramı bir filme yatırdım.
NU: Haksız rekabet uyguluyor. Son örneği de, TRT'nin film yapmaya soyunmasıdır. TRT tüm işi gücü bırakıp, film çekmeye başladı! Hayırlı uğurlu olsun! Buna gülünür! Bu film yurtdışına nasıl götürülecek, devletin filmi diye mi? Tabii ki, hayır! Bu yüzden araya bir yapımcı kondu, prosedür de ona göre ayarlandı. "Salkım Hanımın Taneleri"nde bu haksız rekabeti yaşadık.
TB: Bir de bu film için EuroImage'dan para istediler. Bu cahilliklerini gösterir çünkü onların devletin yaptığı işe para vermesi mümkün değil. Bu yüzden araya firma kondu. Firmanın varlığına rağmen de, tüm iş devletin malzemeleriyle yapıldı.
Bir çeşit taşeron mu kullanıldı?
NU: Hem o, hem de devlet masrafını karşıladığı bir filmin mülkiyetini başkasına verdi. Herhalde tarihinde ilk kez oluyor. Karşılığında sadece üç gösterim hakkı aldı! Senin istediğin filmi çekeceğim, diyerek sinema bir yerlere varmaz. Önemli olan iyi sinemadır. 1998 yılında Kültür Bakanlığı'nın destek verdiği filmlerin konularına bir bakalım: Hepsininki aynı. Bir Türk genci Yunan adasındaki kıza aşık olmuştur, oraya yüzüp duruyordur. Bütün oğlanlar Türk, kadınlar Yunanlı. Bir kere çok alındım! Bizimkiler habire Ege'den atlayıp Yunanistan'a yüzüp duruyor. Ulan bir kere de karşı taraftan birisi atlayıp bizim tarafa gelsin. Ne oldu, çok mu dost olduk? Tamam, Haçlılar her an sefer yapacak diye teyakkuz içinde olmayalım da, bu kadar da yalakalığa gerek yok!
Son dönemlerde sayıları artan yerli filmleri nasıl buluyorsunuz? Ticari kaygı mı öne çıkıyor? Mesela 'Kahpe Bizans'...
TB: Bu her yerde oluyor. Buraya gelen yabancı filmler içinde ancak bir ikisi dişe dokunur. "Kahpe Bizans" ise örnek bile olamaz. Çünkü sinema değil. Parçaların birleştirilmesiyle yapılmış bir komiklik! Kolaj! Bu kadar çok seyirci çekmesi de çok doğal. Bu TV'de de geçerli. Hiç seyredilmeyecek programları açıyorsunuz, sinirinize dokunuyor ama izliyorsunuz. Bu da öyle! Herkes "Ne bu" dedi ve seyretti.
Yurtdışı başarılarımız da bireysel çabalarla sınırlı sanki. Oscar'a aday oluyoruz ama sonuç yok...
NU: Olmayan başarıları şişirmenin anlamı yok. Habire, gündüz vakti havai fişek patlatıyoruz. Yeşilçam böyle güzel, şöyle güzel. Oscar'ı aldık, almak üzereyiz... Yok kardeşim! Birisi çıkıp "Oscar'ı almak istiyorum" diyor. Ona "Çok zor ablacığım, muradın Oscar'sa vazgeç!" demeli. Patlatıp duruyoruz, bir şenliktir gidiyor.
TB: Filmin başarısında tanıtım ve promosyon da çok önemli. Yabancı bir filmin çekimlerine başlanalı daha 15 gün olmuş olsa da, biz burada kamera arkasını seyrediyoruz. Filmin müziğini ıslıkla çalıyoruz. Tişörtlerini giyiyoruz. Bizde ise bu iş, kavgalarla, skandallarla oluyor. Bu da 'geç' kalmışlığımıza iyi bir örnek.
NU: Sinemaya verilen önemi bir örnekle anlatmak isterim: Bir gün kapı çaldı; bir çocuk, elinde bir paket. "Ahmet Uğurlu'ya Kültür Bakanlığı'ndan bir ödül geldi de" dedi. Meğer Ahmet, Kanada'da 'en iyi yorumcu' seçilmiş, ödülü de Kültür Bakanlığı'na göndermişler. Onlar da adresimizi bilmediğinden bir film yapımcısına vermiş. Allah razı olsun bize gönderdiler de ödül elimize geçti. Bakanlığa çok teşekkür ederiz!
Mankenlerin fimlerde oynaması çok eleştiriliyor. Siz ne dersiniz?
TB: Oyunculuk bir eğitim meselesi değildir. Dünya çapında başarı kazanmış birçok filmde sokaktan çevrilen adamlar oynatılmıştır. Bu bir yönetmen başarısıdır. Mankenlerden oyuncu olur mu? Neden olmasın, yeteneği varsa, olur! Yoksa, eğitim hiçbir halta yaramaz. Şarlo okuldan mı mezun oldu?
NU: Tabii ama manken kardeşlerimizin çoğu da çok yeteneksiz.
TB: Manken diye sınıflandırmak yanlış. Seyrettiklerim arasında bana afakanlar bastıranlar oluyor. Ama "Aferin, bak bunda iş var" dediklerim de var.
Peki, Altın Portakal, Altın Koza film festivalleri piyasayı canlandırıyor mu?
TB: Kurulduğundan beri eleştiriliyorlar. Ama Cannes'da da oluyor bu. Mesela, Tarantino'nun "Pulp Fiction"ı ödül aldığında, kadının biri balkondan "Alçaklar!" diye bağırmıştı. Yarışmaya giriyorsan, o jüriyi de kabul etmişsindir. Mesela Yavuz Özkan, uçakta Atilla Dorsay'ın gırtlağına yapışmıştı; oyunu nasıl bana vermezsin diye!
Buket Aşçı