Avluya bakan bir zemin katın penceresinden fazla bir şey görünmez.
Her kocaman karesi, bombeli onaltı küçük kare taştan oluşan, yağmurlarla hafifçe yosunlanmış, kapalı gökyüzü renginde soğuk bir taşlık... Taşlığın suratsızlığını gidermek için fıçı büyüklüğünde dörtköşe, dört ayaklı dev saksılarda, cümle kapısına doğru iki sıra halinde dizilmiş yeşil yapraklı kocaman bitkiler... Bunlardan bir tanesini de zemin katı penceresinin karşısına koymuşlar. Onun arkasında, kapıcı dairesinin sonradan eklenmiş mutfak duvarına dayalı, üstü kalın naylon bir örtüyle uydurmadan örtülü, orta çapta bir motosiklet... Sonradan ekleme mutfağın, güdük sayılacak penceresi ve mutfak duvarının üst köşesinde kavisli demir bir kol üstüne oturtulmuş bir sokak feneri...
Fener eski zaman fenerlerinin taklidi olduğu için zevkli bir antika görünümünde...
Zemin katı penceresinin manzarasını özetlediğimizde; ağaçlaşmış yeşil bir bitki, kefelenmiş bir motor, her zaman kapalı güdük bir mutfak penceresi, bir de antikamsı bir fener...
Sonra yukarı doğru tırmanan, yapışık balkonlu pencereler ve demir su boruları... Kafanı dışarı uzattığın zaman bile göğü ancak bir avuç görebiliyorsun... Sonra geniş bir sessizlik... Bazen üst katlardan yansıyan bir elektrik süpürgesinin homurtusu...
Yatak çarşaflarını kendin değiştiriyorsun ve çayını kendin pişiriyorsun... Mavi örtülü küçük bir yemek masasının üstünde, beyaz renkli küçük bir yazı makinesi ve yanında bir deste beyaz kağıt...
Böylesine somutlaşmış bir yalnızlığın çerçevesinde, kendi kendine yetip yetmemenin tahtaravallisini oynamak ilginç geliyor. Tuvalete girdiğin zaman kapıyı ister kapat, ister kapatma... Dolup duran sigara tablalarını da, başkasının dökmesini bekleme zorlanması yok. Oda fazla dumanlandı mı, kalkıp pencereyi kendin açıyorsun, tablayı da kendin döküyorsun. Çayını da kendin koyup getiriyorsun masaya...
Böyle bir yalnızlık küründen gitgide şişen can sıkıntılarıyla yakınmaya başlaman için, her şey alesta bekliyor...
İnadına el sürmediğin içki şişeleri; XV. Louis döneminin üslubunu andıran daracık kanapeyle, rahatsız iki koltuk ve uzun bacaklı entipüften orta sehpası...
Tek başınayken de saatlerin bu kadar hızlı geçmesi ne tuhaf... Ne düşündüğünü tam bilmeden düşündüğün şeyler...
Yarım yüzyıl önce altın yaldızlı olduğu izlenimini veren, duvara yapıştırılmış ve yer yer küflenmiş eski boy aynasında, hiç görmediğin yüzlerin gölgeleri var mı, yok mu?
Belki var, belki yok.
"Yeryüzünden kaybolsan ne yazar, kaybolmasan ne yazar"a ılık ılık, usul usul, yüreğinden en küçük bir bulut bile geçmeden öyle tatlı yaklaşıyorsun ki...
Odanın ışığı az mı geliyor; kalk, tersine dönmüş keçi boynuzuna benzeyen aplikleri de yak...
Hava serinler gibi mi oldu; kalk, aralık bıraktığın pencereyi kapa...
İstersen çocukluğunu, gençliğini, zaman zaman yaşadığın kalabalık yerleri ve ıssız kuytuları da düşünebilirsin...
Yahut hiç bir şey düşünmez, dünyaya kapalı kör bir bakışla, akıp giden dakikaların seyrine dalmış gibi olursun...
Burası neresidir, belli değildir. Yeryüzünün içinde midir, dışında mıdır, belli değildir. Keyfin yerinde midir, değil midir belli değildir. Giysilerinden soyunur gibi sanki vücudundan da soyunmuş gibisindir. Her türlü anlamın anlamsızlıkla seviştiği anların lezzetinde, mahmur bir gevşeklikle kollarını açmış geriniyor gibisindir.
Dışarda sonbahar kendini göstermeye başlamış olmalıdır. İçerde ise, kendin de dahil, kendini göstermek isteyen hiç kimsecik yok gibidir. Herkesin tatili kendine göredir. Ve sanırım bu da böyle bir tatildir.
Not: 18 yıl önce yazılmış bir yazı... "Güneş"den...