İnsan bazen çok sıkılıyor.
Bunalıyor.
Sıkıntılar üzüntüye, üzüntüler kedere dönüşüyor.
Bu da nereden çıktı, diyorsun...
Hiç yaşamamış olmak istiyorsun...
"Kendin" kadar emin olsan da üzülüyorsun...
En azından birçok insanın üzüldüğünü bildiğin için üzülüyorsun...
Bütün bunların binbir sebeple geliştirilmiş olabileceğini kestirdiğin halde...
Hakimsiz ve avukatsız mahkemelerde insanların kolayca yargılanabildiğini...
Kendinden bile nefret eden ve fakat bu nefreti ve kini başkalarının üzerine kusmak için en küçük fırsatı kullanmaktan kaçınmayan "hasta savcı"ların pervasız biçimde at oynattığını bildiğin halde üzülüyorsun...
Fakat sonunda, "Olmuş olmuştur, ne çare" diyor ve beklemeye başlıyorsun...
Çünkü, hayatta her kederin bir çaresi var...
O çare de "zaman..."
Zaman işleyecek, bugünler akıp gidecektir.
Puslu gökyüzü dağılacak, yerini güneşe bırakacaktır.
O halde beklemek gerek!
"Zaman"ı, hayatın o en etkili hekimini beklemek gerek...
"Çürümüş ruhlarından ve fesatla kirlenmiş dimağlarından" habersiz biçimde, leş kargaları gibi sevinç naraları atanları ibretle izleyerek, beklemek!..
Bakalım zaman ne gösterecek?
Nice keder, zamanla yerini mutluluğa bırakmıyor mu?
Hayatın değişmez kuralı bu!
Ben "zaman"a inanıyor, zamanı bekliyorum...
Herhalde önümüze çıkan her konuya tepki vermeye mecbur değiliz.
Meseleleri bir süzgeçten geçirmeli, hem okuru ilgilendiren noktalarda yer tutmalı hem de değerlendirmelerimizde sağduyu, mantık, akıl ve yürek sıcaklığından uzak kalmamayı ilke edinmeliyiz.
Henüz yeter derecede büyümemiş bir tartışma konusu var, kenar kenar gündeme yaklaşıyor.
Dolmabahçe Sarayı'nın duvarları yıkılsın mı, yıkılmasın mı tartışması... Bedrettin Dalan "yıkılsın" diyor, Çelik Gülersoy ise "yıkılmasın" diyor...
Hıncal Uluç da, geçende "yıkılabilir, bu duvarlar kaldırılarak saray bütün ihtişamı ile halkın gözleri önüne serilebilir" diye yazdı.
Kendimi iyice tarttım, bana sorsalar, ne söylerdim, diye...
Kent yaşamının sağlığı ve görkemi açısından, tarihi eserlerin mümkün olduğunca görülebilir, gözlenebilir olması iyidir.
Böyle bir yapı, o kentte yaşayan insanları hayata ve kente daha fazla bağlar.
Estetiği, günlük yaşama daha fazla sokar.
Fakat bu yeterli mi? Hayır...
Kanımca, tarihi bir sarayın duvarları, o sarayın "mütemmimi"dir. Duvar da olsa eseri bütünlüğünü ifade eder, ayrıca tarihi değeri vardır.
Tıpkı, İstanbul'un surları gibi...
İstanbul'un istanbulluğu pek kalmadı ama surları duruyor...
O surlar, tek başına bile tarihi değer taşımıyor mu?
"Sur" da "duvar" değil mi?
Düşündüm taşındım...
Bir saray ortadan kalkmış olsa bile, eğer duvarları duruyorsa, onları korumak zorunda olmayacak mıydık?
Koruyacaktık.
O halde hem sarayı hem de duvarlarını korumak gerekiyor.
Sözkonusu tartışmaya benim bakış açım böyle oluştu.
Öte taraftan da, İstanbul'un surları için en büyük hizmeti yapan Bedrettin Dalan'ın, Dolmabahçe duvarlarının yıkılmasına "evet" demesini "çelişkili" buldum.
Çelik Gülersoy, doğruyu savunuyor...