Küçük dostum
CHP yazmak lazım. Kanal 7'de 4 saat izlediğim "Abdi İpekçi'nin dönme olup olmadığı" tartışmasını yazmak lazım.
Ermeni tasarısını, Avrupa Birliği raporunu, Güneydoğu izlenimlerini yazmak lazım.
"Konu cenneti" vatanım, önüme salkım saçak bir gündem yığdığı halde hiçbirine ilişmek gelmiyor içimden bu sabah...
Aklım, hiç tanışmadığım 11 yaşında bir yavrucakta...
11 yaşında, hiç tanışmadığım bir "küçük dost", sıraladığım "büyük" gündem maddelerini elinin tersiyle itip yattığı yerden yorgun gözlerle bana bakarak "Beni yaz" diyor sanki:
"Beni yaz ki, bütün bunları bir an için unutup hayatın anlamını düşünsün insanlar..."
***
Son 2 gündür Dışişleri camiası, bu küçük dostun acısıyla seferber...
Babası, hariciyenin en sevilen diplomatlarından biri...
O, ailenin tek çocuğu...
Sabah, her zamanki gibi hazırlanıp gitmiş ilkokuluna...
Sonra okuldan, aniden fenalaşıp bayıldığı haberi gelmiş.
Koşup hastaneye yetiştirmişler. Ve baygınlığın nedenini öğrenmişler.
Küçük dostumun beyninde tümör varmış ve hayli ilerlediği için, acilen ameliyat edilmezse ölümcül tehlike yaratırmış.
Ailesi dehşete kapılmış. Amerika'ya götürmekle, Türkiye'de ameliyat ettirmek arasında kararsızlanmışlar bir süre... Sonra her şeyi; tümörü, ameliyatı, riski, ABD seçeneğini olanca açıklığıyla küçük dostuma anlatmışlar.
"Burada kalalım" demiş küçük dostum ve hastaneye yatırılmış.
Korkmuş biraz tabii...
"Aslında ameliyattan korkmuyorum..." demiş, "...kan alınırken yaptıkları iğne canımı acıtıyor, ondan korkuyorum daha çok..."
Ameliyattan önceki gece anne-babası, saat 03.00'te uyandıklarında, oğullarını cam kenarında sessizce dışarıyı seyrederken bulmuşlar.
Sabah, ameliyata giderken küçük dostum, bir kağıt parçası tutuşturmuş annesinin eline:
"Oyuncaklarımı şu arkadaşıma verin" yazıyormuş ilk satırda...
"Bilgisayarım bunun olsun... kitaplarımı şuraya dağıtın..."
Küçük vasiyeti alıp cebine koymuş annesi...
5 günde 50 yıl yaşlanmış.
***
Böyle uzun gecelerde Necip Fazıl'ın "beklenen"ler için yazdığı o muhteşem dörtlüğü hatırlarım hep:
"Ne hasta bekler sabahı/ne taze ölüyü mezar/ne de şeytan, bir günahı/seni beklediğim kadar..."
Hastayken "en uzun gece"nin, ameliyatı beklediğiniz gece olduğunu sanırsınız; oysa hasta yakınları için daha uzunu, ameliyatı izleyen gecedir.
"Bu geceyi atlatırsa tamam" der doktor, o gecenin her saniyesini upuzun bir sırat köprüsünün birer birer döşenen taşlarına dönüştürerek... Uğruna can vermeye hazır olduğunuz can, az ilerde yatarken; siz çaresiz beklersiniz.
Ve karanlık bitmek bilmez o gece... Gökkubbe ışımaz bir türlü...
Önceki gün 5 saat sürdü ameliyatı küçük dostumun... Kapıda annesi kadere isyan ederken, babası "Bunu aşacağız. Biliyorum... geçecek" diye tekrarlayıp teselli ediyordu kendini...
Dün sabah, sabrın tortusunun çöktüğü yorgun gözler doktora çevrildi ve beklenen müjde geldi:
"Tümör tamamen temizlendi. Küçük dostumuz atlattı tehlikeyi..."
***
Niye anlattım bunu şimdi...?
Bir acıyı paylaşmak için değil...
Kulak memenizi çekiştirip tahtalara vurasınız diye hiç değil...
Sadece, bazen bize çok önemli gibi görünen sorunların, hayati sandığımız gündem maddelerinin, dert ettiğimiz sıkıntıların aslında hayat karşısında ne kadar önemsiz, sıradan ve geçici olduğunu bir an için düşünün diye...
Sevdiklerinizin kıymetini bilin ve sevginizi göstermeyi ertelemeyin diye...
Şimdi gidin ve burnunuzu saçlarının arasına gömüp doyasıya koklayın diye...
Geçmiş olsun küçük dostum!
Sağol... bize hayatın anlamını yeniden anımsattığın için...