12 Eylül'ün 20'nci.yıldönümü, siyasi yelpazenin tüm kesimlerinde canlı bir tartışmayı tetikledi. MHP'nin yayın organı olarak addedilen Ortadoğu gazetesi, 14 Eylül'de hiçbir gazetenin atmadığı bir manşeti kullandı: "12 Eylül kara leke"... MHP Genel Başkan Yardımcısı Şevket Bülent Yahnici konuştu ve şu anda kargaşa yaratan, ekonomiyi çıkmaza sokan kanunların askeri darbenin eseri olduğuna işaret etti. Türkiye'nin hızla olağanüstü şartları bir kenara bırakması gerektiğini söyledi ve "Ülkücüler buna destek vermeye hazır" dedi. Ayrıca, Anayasanın mutlaka sivil toplum şartları altında değişmesi gerektiğini bildirdi.
İlginç. MHP'liler, 12 Eylül'ün kendilerini hedef aldığını belirtiyorlar. Solcular da öyle. Kürt sorununu azdıranın 12 Eylül uygulamaları olduğunu bilmeyen yok. İslami kesimlerde 12 Eylül'e sempati besleyen kimse bulunamaz. Eski Adalet Partililer ve CHP'liler, 12 Eylül'e diş biliyor. Peki, korkak ve kişiliksiz küçük (ama etkili konumlarda) bir zümre dışında 12 Eylül'ü kim destekliyor?
Hiç kimse. Peki, hiç kimsenin desteklemediği 1982 Anayasası, 12 Eylül'ün ürünü değil mi; nasıl oldu da yüzde 92 oyla kabul edildi?
Darbeciler, anayasaya evet oyu çıkarsa, çok partili rejime dönülmesi takviminin yapılacağını söylemişlerdi. Eğer hayır oyu çıkarsa, askeri rejimin ne yapacağı ve ne kadar süreceği belli değildi. Zaten, "anayasaya hayır" çağrısı yapmak da yasaktı.
Bu durumda, 1982 Anayasası'nın kabulünü "askeri rejim bir an önce gitsin" oyu şeklinde de anlamak pekala mümkün. Kaldı ki, Türkiye'de yargı erkinin başı sayılan Yargıtay Başkanı Dr. Sami Selçuk, geçen yılki adli yılı açış konuşmasında, 1982 Anayasası'nı hazırlanışı ve kabulü açısından "hukuk ihlali" olarak ilan etmiş ve "gayrı meşru" olduğunu hukuki deliller temelinde anlatmıştı.
12 Eylül ve günümüzdeki uzantısı 28 Şubat'a yani "askeri darbe süreçleri"ne nokta koymak için, 1982 Anayasası'nın toptan değişmesi şart. Böyle bir anayasa ile AB'ye de girilmesi imkansızdır. Bu olguya, hukukçu Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer de dikkat çekiyor.
Türkiye'de askeri yönetimin üstü kapalı devamını sağlayan MGK'nın "anayasal statüsü" de, 12 Eylül darbesinin ürünü. İşin en ilginç yanlarından biri, MGK'nın çalışma esaslarını düzenleyen kanunun, 1983 yılında seçimlerden sonra ama seçilen TBMM toplanmadan önceki ara dönemde, yangından mal kaçırır gibi darbeci ekip tarafından yürürlüğe sokulmuş olması.
Bu konular tartışılmadan, Türkiye'nin hukuki yapısı tepeden tırnağa silkelenmeden, AB üyeliği söz konusu olamaz. Türkiye'nin "irtica"dan daha öncelikli konusu, "darbe hukuku"nun yerine "hukuk devleti"ni ikame etmesidir. "İrtica" ve "bölücülük" türü "tehditler"i en etkin biçimde önleyecek olan da, zaten Türkiye'nin saygın bir "hukuk devleti" kimliği kazanmasıdır. Dikkat edin, bu tür tehditler, "hukuk devleti" niteliğindeki hiçbir Avrupa ülkesinde yok ama kaba ve baskıcı devlet yapıları arzeden Ortadoğu, Balkan ve Kafkasya ülkelerinde mebzul miktarda var.
Türkiye, ya bunlara benzeyecek ve bunlardan biri olacak veya bunlara benzemeyerek, Batı sisteminin güvenilir ve sağlam bir parçası ve bu istikrarsızlık ekseni üzerinde, istikrarı temsil eden bir "cazibe merkezi" olacaktır. AB üyeliğine açılan yol, istikrarsız bir Ortadoğu-Balkan-Kafkasya ülkesi görüntüsünden kurtulma yoludur. Bu amaçla, 12 Eylül, hukuki sonuçlarıyla birlikte tasfiye edilmek zorundadır.
Bakın Türk Silahlı Kuvvetleri'nin içinden gelen ve bu ülkenin "düşünen beyinleri"nden biri, Emekli Korgeneral Şadi Ergüvenç ne diyor: "Bazı siyasilerin 'eğer bu kararlar benimsenmeseydi darbe olacaktı' (28 Şubat kararları cç) söylentilerine itibar edilecek olursa, asker, 28 Şubat MGK toplantısında darbe yapmadan önemli bir politik etkinlik göstermiştir diyebiliriz. Başka bir deyişle, MGK askerin darbe yapmasına ihtiyac bırakmadan politikada söz sahibi olmasına olanak vermektedir... Ne var ki, silahlı kuvvetlerin bu konumuyla Türkiye'nin AB üyeliğine kabul edilmesi herhalde söz konusu olmayacaktır..."
8 Kasım'da "Katılım Ortaklık Belgesi"ni sunacak olan AB Komisyonu, bu görüşlerin serdedildiğinden, Türkiye'de bu konuların konuşulduğundan haberdar. Peki, siz, Sayın Bülent Ecevit, Sayın Devlet Bahçeli, Sayın Mesut Yılmaz; hazırlanıyor musunuz?
Dersinizi çalışıyor musunuz?