Çok seyahat ettiğim için yeni filmleri, Batı kentlerinde vizyona çıktıkları anda görme fırsatım oluyor.
Stockholm gezisinde yine bir çok yeni film gördüm ve bunlardan biri beni, epeyce sarstı.
Danimarkalı yönetmen Lars von Trier'in son filmi bu: Karanlıktaki Dansçı.
İzlandalı şarkıcı Björk hem başrolü, hem şarkıları, hem de dansları üstlenmiş.
Her filmiyle seyirciyi sarsan Trier bu kez, eski Hollywood müzikallerini temel alan bir eser koymuş ortaya. Ama kara bir müzikal bu, acı bir müzikal; kinin tadında.
Björk, Amerika'ya göç etmiş Çekoslovakyalı bir anneyi, Selma'yı oynuyor.
Acılı yaşamı içinde duyduğu her ses (fabrikadaki makinelerin gürültüsü, trenin raylar üzerinde çıkardığı tıkırtı, kağıda resim çizen kalemlerin hışırtısı) onun için bir müzik ritmi yerine geçiyor. Ve gündelik yaşamın zorluklarından kaçışın yarattığı hayal dansları başlıyor.
Bu müzik ve danslar filmin ağırlığını dağıtmak bir yana daha da koyultuyor. Görme duyusunu yitiren Selma'nın, trajik bir sona doğru sürüklenişini daha da acı bir üslupla vurguluyor.
Lars von Trier'i başından beri dikkatle izliyorum. Filmleri hep sınırda: Kırılganlık, aşırı duyarlılık, delilik sınırlarında.
Bu kadar derin duyarlılığa Ortadoğu kültürlerinde pek rastlanmaz.
Şarkta duyarlılık değil duygusallık egemendir.
Duygusallık, içindeki her duygu kırıntısını aşırı abartmak, başkalarına "Bakın ben nasıl da hisliyim!" diye bağırma isteğidir ve bu duygu gösterileri zaman zaman sahtekarlık boyutlarına varır.
Her an adam öldürebilecek, insanlara işkence yapabilecek bir kişi gerektiği zaman akıttığı iki damla yaşla kitlelerin gönlünü kazanıverir: Bir çocuğun başını okşayan Saddam gibi... Bu formül, bireysel kurnazlığa ve toplumsal saflığa mahkum Şark toplumlarında her zaman geçerlidir.
Oysa duyarlılık, duygusallığın tam tersidir. Duyarlı insan, duygularını bastırmaya, göstermemeye uğraşır.
Sık sık yuvarlandığı duygu uçurumlarından korumaya çalışır kendini. Ve bu aşırı duyarlılıktan ötürü de insanlardan utanır gibidir.
Eserlerindeki kırılganlık bundandır.
Bir filmle başladığımız yazıyı kitapla bitirelim.Son günlerde Jean d'Ormesson'un "Cebrail Raporu" kitabını okuyorum.
Fransız Akademisi üyesi d'Ormesson kendi yaşam öyküsünü, roman formunda anlatıyor.
20. yüzyılın önemli olaylarına tanıklık etmiş, değerli insanlarla tanışmış ve yıllarca Le Figaro gazetesini yönetmiş olan bu aydının, yaşam, ölüm, tanrı, basın, aşk, edebiyat üstüne geliştirdiği bilgece düşünceleri okumak çok zevkli.
Fransız kültürünün kilit isimlerinden birinin düşünceleri ve bunları dile getirişindeki zarafet, giderek lumpenleşen yazı dünyasında açan nadide bir çiçeğe benziyor.