Türkiye 125 yıllık Anayasa geleneğine sahip...
TBMM, 80 yıllık tecrübeyle olgunlaştı...
Cumhuriyetimiz 77 yaşında...
50 yıllık demokrasi iddiamız var...
Hâlâ yürütmenin başının kim olduğunu açıklığa kavuşturamamışız...
Koca koca Anayasa profesörleri televizyon ekranlarında, gazete sütunlarında bunu tartışıyorlar. Depremi tartışan bilim adamlarına neredeyse taş çıkarttılar.
KHK ihtilafı ile birlikte, yürütmenin başının kim olduğu ülkenin en önemli konusu haline geldi. Üstelik devlet ve demokrasi kavramlarını da karşı karşıya getirdi.
Bir grup hukukçu tanımlamasına göre yürütmenin başı olan Ecevit, bu konuda "devlet" dedi: "Devlet tehlikede; devlet elden giderse, demokrasi elde kalsa bile işe yaramaz" diye kararını savundu.
Bir başka grup hukukçu tarifine göre yürütmenin başı olan Sezer, "Hayır, önce insan" dedi. "Demokrasisi olmayan devlet, çağın devleti sayılmaz; hukuku olmayan devlete, devlet denmez" diye direndi.
Yürütmenin iki kanadı arasındaki ihtilaf, güya MGK'da sonuçlandırıldı.
Hayır; buna sonuçlandırma denmez. Olsa olsa "tatlıya bağlandı", "zamana bırakıldı" denebilir.
Eskiler buna "muslihâne çözüm" derlerdi. Yani "maslahata uygun değil; ama kavga da çıkarmıyor" anlamına gelirdi. Palyatif olma halini ifade ederdi.
İşin argosu "vaziyeti idare etmekti"... Yakın tarih siyasetimizin terminolojisiyle, "ihtilaf buzdolabına konmuştu"...
Bir ihtilaf, çözülmek yerine tatlıya bağlanıyor ve zamana bırakılıyorsa; benzer ihtilafın tekrarı bekleniyor demektir.
İhtilaf konusunun TBMM'de yasa ile düzenlenmesi işin özüydü. Tartışma ise, biçimindeydi. Açıkçası radikal kararlar otoritesi MGK, bu duyarlı konuya çözüm getirmemiştir. Sorun, "sütre gerisinde" dinlenmeye bırakılmıştır.
Türkiye'de yürütmenin başının kim olduğu açıkça belirtilmelidir.
Televizyonlarda, gazete sayfalarında ülkenin güzide hukuk profesörlerini dinliyorum, okuyorum. Memleketimizin en yüksek yargı organlarının felsefi içerikli konuşmalar yapmaya meraklı başkanlarını dinliyorum. Hepsinde bir "muslihâne çözüm" merakı var.
1924 Anayasası'nda "tefsir" denilen bir kurum vardı. Anayasanın derpiş ettiği esaslar konusunda hukuki idrak farklılığı ve uygulama ihtilafı belirdiği zaman TBMM, bu maddenin neyi amaçladığını "tefsir" eder (yorumlar); böylece, o maddeden ne anlaşılması gerektiğini açıklığa kavuştururdu. Bu tefsir kararı, kanun hükmü kazanırdı.
1961 ve 1982 Anayasaları'nda Meclis'in tefsir yetkisi kaldırıldı ve bir hukuki idrak farkının yorumlanması Anayasa Mahkemesi'ne verildi.
Bir grup Anayasa hukukçusu, cumhurbaşkanının bir yasayı geri gönderme yetkisinin, sadece teknik düzenlemeden kaynaklanan eksikliklerinin giderilmesiyle sınırlı olduğu görüşündeler.
Eğer bir kararın "siyasi yerindeliği" (eski deyimle maslahata uygunluğu) tartışması yapılıyorsa, yani cumhurbaşkanı siyasi isabet kantarı gibi ölçme noktasına getiriliyorsa, ortaya ciddi bir sorun çıkıyor demektir.
Yani cumhurbaşkanı "kaziyye-i muhkeme" makamı haline geliyor demektir. Yani hukuki anlamda kesin hüküm veren konum kazanıyor demektir ki, bu da anayasamızın kuvvetler ayrımına aykırıdır. Zira Türk Anayasası'na göre "kaziyye-i muhkeme" sadece yargının hakkıdır.
Ekim'de bu işin kanunla çözülmesi, sadece bu sorunun çözülmesi anlamına gelir. Asıl mesele, şu Kanun Hükmünde Kararname sorununun çözümüdür.