Devleti yazışarak yönetmek
Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasında daha önce örneği yaşanmayan ve nasıl çözüleceği de bu işe kafa yoranlar tarafından henüz keşfedilmeyen kriz, Köşk'ün yönetim anlayışını öğrenmemizi sağladı:
1- Devleti yazışarak yönetme anlayışı.
2 -İçerikten önce şeklen uygunluk arayışı.
Bugüne kadar benzerine tanık olmadığımız bu iki yaklaşımı tek tek ele alalım:
Önce şu noktayı belirtelim. Cumhurbaşkanı konuşmayı sevmiyor. Bırakın topluluğa hitap etmeyi, yüz yüze temastan bile kaçınıyor. Yazışmalarla, dosyalarla, evraklarla haşır neşir olmaya bayılıyor. Oturup konuşmak yerine, derdini, isteğini, talebini resmi evrakla anlatmayı tercih ediyor. Bunu da yönetim biçimi haline getirmeye çalışıyor.
İşte asıl sorun burada başlıyor...
KÖŞK KAPISI KAPALI
Çankaya, Sezer'le birlikte sorunlara istişarelerle çözüm aranan bir yer olmaktan çıktı, Köşk'ün kapısı protokol kabulleri dışında siyasi ve diplomatik erkana kapandı. Hatta Cumhurbaşkanı'nın içinden geldiği yüksek yargı organlarının üyeleri bile Köşk yolunu unuttu...
Bu Sezer'in kişiliğinin yanında çok uzun yıllar Ankara'da masa başında çalışmasından kaynaklanıyor. Yargıtay Tetkik Hakimi olan Sezer, 1983 yılında Yargıtay üyeliğine, 1988 yılında da Anayasa Mahkemesi üyeliğine seçiliyor.
Ve o gün bugündür de tüm yaşamı, dosyaları inceleyerek, onlar hakkındaki düşüncelerini kağıda dökerek geçiyor... Düşünebiliyor musunuz, Sezer tam 17 yıldır böyle yaşıyor. Okuyor, araştırıyor, düşünüyor ve yazarak cevap veriyor. Yani bulunduğu kurumu yazışarak yönetiyor. Sorun dinlemesi, temas kurması, kamuoyu oluşturması gerekmiyor. Yazışarak yaşıyor...
YÖK KRİZİ İLK ÖRNEK
Sezer, bu alışkanlığını, bu yönetim biçimini Çankaya'ya da taşımak istedi. Üniversite rektörlerinin atanmasında yaşanan krizde YÖK Başkanı ile temas kurmadı. YÖK'ten gelen resmi yazıya resmi cevap verdi. YÖK Başkanı Gürüz'ün görüşme isteğini bile kabul etmedi... Yani yazışarak yönetmeyi tercih etti...
İkinci kriz KHK'da yaşandı. Cumhurbaşkanı, ne Başbakan'la ne de diğer partilerin liderleriyle temas kurdu. Hiç kimseyi dinlemedi, yüz yüze görüşmedi. Kim neyi neden istiyor öğrenmek istemedi. Bir kez Başbakan Yardımcısı Hüsamettin Özkan'la görüştü, hepsi bu. Hükümetten gelen yazıya yine yazıyla cevap verdi..
Hatta konuşmamak için Ankara'yı bile terk etti. Birkaç gün sonra Başbakan'la zoraki buluşmasında bile "Henüz gerekçeyi okumadım" diyerek sorunu müzakere etmekten kaçındı. Başbakan'la bilerek, isteyerek diyaloğa girmedi.
Yargıtay ve Anayasa Mahkemesi'nde 17 yıldır sürdürdüğü dilekçeyle başvurma, dilekçeye yanıt verme geleneği devletin zirvesine taşınınca da kriz erken patladı. Çünkü bulunduğu konum yazışarak yönetim anlayışına uygun değildi.
Cumhurbaşkanı, "Benim tarzım böyle, konuşmam, zorunlu olmadıkça ikili görüşme yapmam, sorunları müzakere etmem" diyor. Zirvedeki sancı da işte bundan kaynaklanıyor..
KHK krizi, Cumhurbaşkanı'nın bir yönünü daha ortaya çıkardı. O da içerikten çok şekle önem vermesi. Sezer ilk günden beri Memur Kararnamesi'nin içeriğine karşı olmadığını bunun KHK ile yapılmasına karşı olduğunu söylüyor...
ŞEKLEN UYGUNLUK
Oysa Sezer'in şekle önem veren tavrı sanki KHK'yı anti-demokratik bulduğu için imzalamıyormuş gibi yansıyor. Bazı sivil toplum örgütleri Sezer'i, demokrasi adına alkışlıyor.
Ancak gerçek çok farklı. Peki, hükümet KHK'yı Meclis'ten geçiririse, Sezer ne yapacak?. İmzalayacak mı? Görünen o ki evet. Peki o zaman bu yasa demokratik olacak mı?
İşte Sezer yasanın amacından, hedefinden çok onun nasıl yasa haline geldiğini birinci sıraya alarak yine 17 yıldır sürdürdüğü "şeklen" uygunluk geleneğini de Çankaya'ya taşımış oldu...
Ve tarihinin en büyük krizini yaşayan Türkiye, içerikten çok şekil üzerinde takıldı kaldı.
MEHMET TEZKAN
|