Dostlar dedi ki, "Bademler Köy Tiyatrosu'nu restore edip yeniden hizmete sokuyoruz. Aryalar söylenecek, baritonlar ses verecek, sazlar çalınacak! Gelir misin?"
Her yanım ter içindeydi ama kalbimin fazlasıyla üşüdüğünü hissediyordum..
Gürültüler, patırtılar, zevzeklikler, entrikalar ve daha pek çok dert..
Bu yüzden "iç sıkıntı"ma çok iyi geleceğini düşünerek bir koşu gitmeye karar verdim..
Birkaç gün sonra İzmir'e çok yakın Bademler'deydim.
Caddelerinde yürüdüm, kahvehanelerinde oturdum, saatlerce konuştum ve tören alanına vardım..
Şaşkındım.. Herhangi bir köye benzemiyordu burası.. Model olmalıydı diye düşündüm..
Tembellik yapmıştım.. Yıllarca üç beş kilometre ötedeki kentte yaşamıştım, okul ve gençlik zamanlarımda.. Geç kalmanın alemi var mıydı bu "köy"ü görmek için.
Tavşan kanı bir demli çay yudumlarken duvardaki takvim dikkatimi çekti. Her sayfası Bademler'de 70 yıl boyunca gelip geçen hayatı anlatıyordu.
"Model olacak köy geçmişinden belli olur" misali her şey o kadar açıktı ki..
İşte.
Koca bir ülkenin çocukluktan ergenliğe geçtiği yıllar..
1930'da, Bademler'de köy meydanında Aka Gündüz'ün Yarim Osman isimli oyunu sahneleniyor.. Rejisör, öğretmen Mustafa Anarat.. Oyuncular malum, köyün gençleri..
1947'de... O yıla kadar pek çok oyun sahnelendikten sonra bir ilk daha gerçekleşiyor.. Muhtarın kızı Zeynep Şen sahnede.. Büyük alkış alıyor..
Ve 1963.. Yeşilçam, sahici bir platoya kavuşuyor..
Türk sinemasının uluslararası ödül alan ilk filmi Susuz Yaz, Bademler'de çekiliyor.. Köyün gençleri de yaşlıları da filmde rol alıyor..
Yetmiyor, Atıf Yılmaz da "Pembe Kadın" setini Bademler'e kuruyor..
Derken, 1969 yılında dosta düşmana bir selam çakılıyor..
İlk kez bir köyde "Tiyatro" kuruluyor.. İşadamı Selçuk Yaşar'ın katkılarıyla koca bir bina inşa ediliyor..
Anayoldan gelip geçen herkes Bademler Köy Tiyatrosu'nu görüyor..
Artık dur durak yok..
Her yıl bir oyun sahneleniyor, Bademler halkı, topyekün tiyatrocu.. Tabii ülkenin meselelerine de yabancı ve ilgisiz değiller..
Hem kendi ekonomik sorunlarına hem de ülkede yaşanan can sıkıcı olaylara çözüm arıyorlar sıklıkla.. Kooperatifler kuruluyor, seracılık geliştiriliyor, eğitime önem veriliyor, okuma odaları üçe çıkıyor vs.
Gün geliyor, Tiyatro binası yıpranıyor, İki yıl kapalı kalıyor..
DSP İzmir Milletvekili, TBMM İdare Amiri Hakan Tartan'ın girişimleriyle ve jet hızıyla onarım tamamlanıyor..
Ankara, ilgisiz kalmıyor..
Kültür Bakanı İstemihan Talay, koltuğundan sahnesine kadar Tiyatro binasının tüm araç ve gereçlerinin sağlanması için talimat veriyor, maddi destekte de bulunuyor..
Ve geçen hafta içinde, Milli Eğitim Bakanı Metin Bostancıoğlu ve Kültür Bakanı İstemihan Talay'ın katılımıyla bir tören düzenleniyor..
Yediden yetmişe Bademli halkı neşe içinde "eski bir dost"a yeniden kavuşmanın heyecanı içinde biraraya geliyor..
Koltuklara keyifle kuruluyorlar ve bir saat süren "ilk gösteri"yi izliyorlar..
İlk gösteride neler mi sahneleniyor?
Piyano eşliğinde aryalar da Arjantin köylüsü Evita'nın hayatının anlatıldığı "Evita" şarkısı da seslendiriliyor, klasik müzikten pek çok örnek de semah da..
Ama şunu da belirtmeli ki...
Bademli Bademli olalı böyle güzelliklere zaten alışıktı!..
Köyden ayrılırken kalbimin ısındığını farkettim, iç sıkıntımın da dindiğini!
'Mühür gözlü'nün yaşları!
Sahnede parmakları tutmaz olduğunda "Mühür Gözlüm"ü de bestelemişti, "Kara gözlüm efkarlanma gül gayrı"yı da, "Tatlı dillim güler yüzlüm"ü de...
Koca İstanbul'da tek göz odalı kiralık kondusunda bir başına ve beş parasız kalıp, sahnelere çıkamaz olduğunda ise, ardında "Kendim ettim kendim buldum", "Zülüf Dökülmüş Yüze", "Zahidem", "Gönül Dağı"gibi yüzlerce türkü bırakmıştı.. Evet.. 1970'lerin ortaları..
Ne yapabilirdi başka, nasıl davrabilirdi? Gerekeni yaptı ve hısım akrabalardan birinin sayesinde uydurduğu "gurbetçi pasaportu"yla çekip gitti bu diyardan.
Önce, parmaklarındaki "hasarı" tamir ettirecek, ardından, "gurbetçi düğünleri"nde türkü yakıp karınca kararınca geçimini sağlayacaktı Avrupa kapılarında..
Birkaç yıl sürdü tedavisi, borca harca girdi bu arada..
Başka da çaresi yoktu ki..
Öyle ya, 5 yaşından 35 yaşına kadar bağlamanın teline vurmasına, yüreğinin derinliklerinden gelen sesine ve onca besteye rağmen kıyıda köşede bir birikmişliği de olamamıştı ki..
Peki nasıl olsundu ki?
Çığlık çığlığa haykırdığı türkülerin sonunu "garibim" diye bağlayan bir koca adamın telif peşinde koşacak halı mı vardı?
Bestelerini, kendi bestesi diye kaydedip plak yapan mı istersiniz, plak kapağına adını bile koymaya tenezzül etmeyen mi istersiniz, "paranı vereceğiz" diye kasetlerini yapıp sonra ortadan kaybolan İMÇ soyguncuları mı istersin...
Ne ararsanız vardı "geniş" çevresinde.. Bi de üstüne hak, hukuk, kayıt ve vefadan bihaber devletin kültür makamları da eklenince.. "Türkü Baba" iyice bir garip, bir başına kalmıştı o yıllarda işte..
Zaten, daha kısa bir zaman önce türkülerinden birinde şöyle haykırmıştı..
"Ey garip gönlüm dertli yoldaşım/ Neden belli değil, baharın kışın/Var mıdır sormazlar ekmeğin aşın/ Zengin isen ya bey derler ya paşa/Fukara isen ya abdal derler, ya çingen/Sen de bir insansın, insanlar gibi/Haksız kazancınan sürmedin de mi/İnsanlığın kuralları böyle mi?..."