Kıbrıs, büyük uluslararası kriz dönemleri hariç, hiçbir dönemde olmadığı kadar, Türkiye basınında kendisine yer bulmaya başladı. Bir yanıyla olumlu bir gelişme bu. Çünkü, Kıbrıs'ın tüm sorunları, neredeyse, Türkiye kaynaklı. Kıbrıs'ta olan-bitenler, "marke edildiği" ve Türkiye kamuoyundan saklandığı ölçüde, kangrenleşerek devam edecek cinsten oldukları için, konunun Türkiye gündemi içine sokulması, hem Türkiye hem de KKTC'deki soydaşlarımız açısından yararlı.
Kıbrıs konusu, uzun yıllar Türkiye'nin "kutsalları" arasında dokunulmazlığa sahipti. En olmadık ve olmayacak işlere parmak basmaya kalktığınızda, "milli dâvâ" avazeleri ortalığı kaplardı. Kıbrıs'a ilişkin hiçbir şey eleştirilemez, Kıbrıs'a ilişkin hiçbir şey tartışılamazdı. Bugünkü sorunlar, bu "kutsiyet perdesi"nin gerisinde kangrenleştiler.
Bunun sorumlusu kim olabilir?
Tabii ki, "Kutsal Emanetler"in sahipleri. Onlar her kimse onlar. Türkiye'nin en gözde kurumlarından, ilgili bakanlıklardan, KKTC Cumhurbaşkanlığı makamına kadar uzanan bir zincir bu.
O yüzden, meseleyi Rauf Denktaş-Derviş Eroğlu meselesiymiş gibi takdim edip, bu konuda insanları tercihe zorlamanın âlemi yok. Doğru da değil. Gerçek de değil. Ada'yla ilgili herkes, KKTC'li siyaset adamlarının, soldakiler hariç, tümünün meşruiyet kaynağının Rauf Denktaş olduğunu bilirler. Rauf Denktaş olmadan Derviş Eroğlu varolamazdı. Eğer şimdi "boynuz kulağı geçmiş" ise, bazı Amerikan filmlerindeki gibi "iyi polis-kötü polis" aramak çok anlamlı olmaz.
Rauf Denktaş'ın meşruiyet kaynağının Türkiye olduğu konusunda da hiç kimsenin kuşkusu bulunmuyor. Gerek devlet katında, gerekse toplum katında. Zaten, Rauf Denktaş da, bunu böyle istiyor. Denktaş, "Anavatan" diye defalarca vurguladığı Türkiye'ye karşı bir "özgün Kıbrıs Türk kimliği"ni temsil etmeyi hiçbir zaman benimsememiştir.
Son dönemin özellikleri ve son dönemde meydana gelen gelişmeler, tam da bu "eksen"in üzerine oturmaya başlamıştır. Son dönemin özellikleri dendiği vakit, bunun başında Avrupa Birliği üyelik süreci geliyor. Bilindiği gibi, Kıbrıs'ın uluslararası temsil kimliğini elinde bulunduran Rum Yönetimi, AB üyeliği yolunda Türkiye'nin önündedir ve Helsinki kararları (1999), Türkiye'nin aday üyeliğini tanırken, Rumlarca temsil edilen "Kıbrıs Cumhuriyeti"nin üyelik şansını, mutlaka Kıbrıs sorununun çözümüne bağımlı olmaktan da çıkartmıştır.
Bu durum, Kıbrıs Türklerinin önünde, Türkiye'ninkinden farklı ufuklar açılmasına sebep olmuştur. Eğer, KKTC'de işler tıkır tıkır işlese, ekonomi iyi durumda olsa, adalet varolsaydı, Kıbrıs Türk halkı, AB'ye geçiş sürecini Türkiye'yle eşgüdümlü olarak tasavvur edebilirdi. Ama, Türkiye, giderek KKTC'deki aksaklıkların "müsebbibi" olarak görülmeye başlarsa, gelenek ve iklim sayesinde bir hayli gevşek ve hoşgörülü bir toplum, Türkiye'dekinden beter "antidemokratik mengeneler" içinde sıkıştırılmaya başlanırsa, üstüne üstlük, bir de son bankalar skandalı ile ekonomi de tepetaplak gitmekteyse, Kıbrıs Türklerinin, kendi özgün kimliklerini Türkiye'ninkinden ayırma eğilimleri de, ister istemez güçlenir.
Bu konuda "vatan haini" yaftasının caydırıcılığı da para etmemeye başlar; zira, "vatanseverlik" ile "zorbalık" ve "yiyicilik" eşanlamlı bir hal almaya başlarsa, bu tür sıfatlar da caydırıcılık ya da çekiciliklerini kaybederler.
Kıbrıs Türklerinin "aklını başına getirmek" veya Türkiye'nin istemediği "seçenekler"i "dize getirmek" amacıyla ya da IMF programına uymak gerekçesiyle, Türkiye'den KKTC'ye akan paraları kesme tehditleri de çıkar yol sayılmaz.
KKTC'nin asalak bir toplum haline geldiği doğrudur ama bunda aslan payı, öyle bir ekonomik modeli oraya çeyrek yüzyıldır ihraç etmiş ve uygulamakta olan Ankara'nındır.
KKTC'yi toparlamanın ve klâsik deyimle "Rum'un ekmeğine yağ sürmeme"nin yolu da, orayla "demokratik irtibatlar" kurmaktan, KKTC'deki Türkiye kaynaklı yolsuzlukları temizlemekten, kara para çamaşırhanesi bankacılık sistemini kurutmaktan, Kıbrıs Türk toplumunun eğilimlerine saygılı olup, dürüst seçimler sonucu oluşacak temsili organlarıyla saygılı ilişkiler geliştirmekten geçiyor.