


Siyasetçiden cesur sözler
ANAP'lı Bülent Akarcalı Kıbrıs konusunda bugüne kadar siyasetçilerden duymaya alışık olmadığımız kadar açık konuştu.
Akarcalı "Türkiye 1970'lerin köhne sistemini Kıbrıs'a yerleştirdi ve bunu sürdürüyor" dedi
ANAP'lı Bülent Akarcalı sözünü sakınmayan siyasetçilerden. Gerek bakan olduğu dönemlerde gerekse siyaseti sade bir milletvekili olarak sürdürdüğünde doğru bildiğini saklamayan bir yapıya sahip.
Bülent Akarcalı ile Perşembe günü Kanal 6'daki Öğle Haberleri sırasında görüştük. Konumuz Kıbrıs'tı. Avrupa Birliği ve Kıbrıs'la ilgili çalışmalarını yakından izlediğim Akarcalı'ya son gelişmeleri sordum. Akarcalı da sakınmadan cevap verdi. Öğle Haberleri'ni izleyememiş olanlar için bu çarpıcı görüşleri aktarmak istiyorum.
Bülent Akarcalı'ya "Kıbrıs'ın niçin birden karıştığını ve Türkiye'nin örtülü müdahalede bulunduğunu "sordum. Şöyle cevapladı:
"Kıbrıs'taki sorunun hükümetten kaynaklandığını varsaymak sorunu çok geçici olarak görmek olur. Aslında Kıbrıs'ta yapısal bir sorun var. O da Türkiye'nin kendi eski köhne sistemini, 1970'lerin sonunda Kıbrıs'a götürüp yerleştirmiş ondan sonra da değiştirmemiş olmasından kaynaklanmaktadır. Kıbrıs'ta iki tür ambargo vardır. Biri Yunanlıların ve Rumların uyguladığı öteki bizim uyguladığımız ambargo."
Peki Akarcalı'nın kastettiği ambargo neydi? Cevap şöyle geldi:
"Rumlar ve Yunanlılar Kıbrıs'ı dünyadan koparıyor. Biz de Kıbrıs'a aslında kendi kabuğunda kalması için ayrı bir ambargo uyguluyor gibiyiz. Bu ambargo dediğim gibi artık çağdaş dünyada geçerliliği kalmamış olan sistemlerin Kıbrıs'ta Türk kesiminde devam etmesi için ısrar etmesidir.
Ve Kıbrıs'ın kendi ayakları üzerinde kalkıp yürümesine Türkiye hiçbir zaman izin vermedi. Hem başkalarının Kıbrıs'ın bağımsızlığını tanımasını istedi. Aslında Türkiye'nin kendisi Kıbrıs'ı bağımsız olarak görmedi. Oraya gönderdiğimiz büyükelçinin ve oradaki silahlı kuvvetler komutanının bir yerde bağımlısı oldular.
Hatta öyle ki biz oradaki büyükelçiliğe zamanında Türkiye'deki valileri gönderdik. Bu kadar açık bir şekilde Kıbrıs'ı bir eyalet gibi görme anlayışıyla hareket etti. Kıbrıs'ta dünyaya açık sistemlerin oturmasına hiçbir zaman izin vermediğimiz gibi bunun ihtiyacını da duymadık."
Akarcalı'nın bu sözleri üzerine "Bunları duymaya pek alışık değiliz, hatta bunları söyleyenler bir anlamda tabuları da yıkmış oluyor" dedim. Gülerek şöyle devam etti:
"Doğrudur, Türkiye bu konuların konuşulmasını istemiyor, çünkü Türkiye özeleştirisini yapmaktan korkan bir ülke. Türk insanı da öyle. Hiç kimse eksiği kendinde bulmuyor. Eksik hep başkalarındadır. Yani hep başkasının bir şey yapması gerekir, kendisi birşey yapmayacaktır.
Akarcalı daha sonra Türk Demokrasi Vakfı olarak Kıbrıs'ta çalışma grupları oluşturduklarını 5 yıldır çalıştıklarını kaydetti. Akarcalı Kıbrıs'ın tarımla değil, yetişmiş insan gücünden yararlanarak örneğin bilgisayar sanayiinde başarılı olacağına inandığını söyledi ve şu çarpıcı bilgiyi verdi:
"Türkiye'de bunu anlatabilecek kulak bulamadık. Anlattığımızda sırtımız okşandı, aferin iyi yapıyorsunuz diye geçiştirildi.
Kıbrıs'ta yapısal değişikliğe gidilme cesareti gösterilmediği takdirde Kuzey Kıbrıs'ın Türkiye'nin idari vesayetinden kurtulmadığı sürece bu sorunlar devam edecektir. Bunun faturasını da ençok yine Kıbrıs'lı ödeyecektir."
Özel anları yıllar sonra açıklamak
Son yıllarda moda oldu. Kimi yazarlar "anılar" adı altında çok uzun yıllar önce yakın arkadaşlarıyla yaşanmış olayları anlatıyorlar. Ancak bu kitaplarda birkaç kişi arasında geçen anılar da yer alıyor. Ve bu anılar konunun muhatapları için rencide edici olabiliyor. Okurken belki ilginç gelebilir, ama bir yazarın 30 yıl sonra yaşadığı veya tanık olduğu çok özel bir anıyı tüm halka yayması bana pek hoş gelmiyor. Çünkü öyle anılar vardır ki, 30 değil 300 yıl geçse de başkaları tarafından öğrenilmesini istemeyebiliriz. Tabii bilemem bu yazarlar taraflardan izin alıyorlar mı? Alıyorlarsa ne ala, ama almıyorlarsa işin ahlaki tarafı da can sıkıcı.
Ya çek git ya da sürün
Sağlık Bakanlığı'ndaki yandaş örgütlenme artık çok dikkat çekici hale geliyor. Bakan Osman Durmuş'un dur durak bilmeyen siyasi tasarrufları pekçok yayın organına konu olurken, tıp çevreleri de rahatsızlıklarını dile getiriyorlar.
Trabzon'da yaşanan çirkinliği biliyorsunuz. Meğer, o çirkinliğe neden olan "kıyım"operasyonu sadece Trabzon'da olmamış. Bugün size, birbirine çok benzeyen, ama siyasal örgütlenme ve kıyım konusunda çok çarpıcı ipuçları veren iki örnekten söz etmek istiyorum.
Bakırköy Devlet Hastanesi
Torpilli hastane Bakırköy Devlet Hastanesi ile ilgili araştırma yaparken "Bu hastanenin başhekimi kim?" diye sordum. Sorunun cevabı garip çıktı. Hastanenin başhekimi Faruk Tancar. Ancak Tancar bu görevine bir türlü oturamıyor. Çünkü Sağlık Bakanlığı'nın kıyım listesinde. Ama o direniyor. Peki ne oluyor? Hiçbir şey. Bakırköy Devlet Hastanesi bir yıl önce bugünkü gibi değilmiş. Ne torpilliler varmış ne de kötü hizmet. Başhekim hastanenin doktor ve diğer personeli tarafından sevilen, sayılan bir isimmiş. Ancak Tancar'ın kaderi Osman Durmuş'un hastaneye el atması ile değişmiş. 17 Ağustos depreminden bir hafta sonra görevden alınmış. Yerine de belli bir siyasi görüşe yakın Kemal Ulusal atanmış. Tancar bunun hukuka aykırı olduğunu ileri sürerek İdari Mahkeme'ye başvurmuş. Mahkeme talebi yerinde bulmuş ve Tancar'ı görevine iade etmiş. Faruk Tancar görevine dönmüş, döndüğü gün Sağlık Bakanlığı'ndan "İzmit Sahra Hastanesi'ne geçici görevle atandığına" ilişkin talimat gelmiş. Tancar çaresiz işini bırakıp İzmit'e gitmiş, 45 gün burada kaldıktan sonra görevine tekrar dönmüş. Ancak üzerindeki baskılar ve "Direnmeyi bırak, yoksa kötü olur" tehditleri almış olacak ki izne ayrılmış. Tancar bu hafta başı izinden döndü ve görevine başladı. Aynı gün yeniden görevden alındığına ilişkin talimat bakanlıktan geldi..
İstinye Devlet Hastanesi
Bir yıl önce Deniz Adanalı'nın geçirdiği kazadan sonra gittiği İstinye Devlet Hastanesi ile ilgili çok iyi izlenimlerini dile getiren bir yazı yazmıştım. Yazıda hiç tanımadığım, ama İstinye Devlet Hastanesi'ne yepyeni bir imaj kazandıran ve başarıya ulaşan başhekim Cengiz Tamer' i de kutlamıştım. 15 gün kadar önce küçük kızımın geçirdiği ufak bir kaza nedeniyle gece vakti İstinye Devlet Hastanesi'ne gittik. Görevliler, hiç zaman yitirmeden gerekli müdahaleleri yaptılar. Ne girerken ne çıkarken kimliğimi de söylemedim. Demek ki kim olursa olsun herkes aynı muameleyi görüyor. Hoş.
Ertesi gün başhekimi arayıp hem teşekkür etmek hem de gördüğümüz yakın ilgiyi anlatmak istedim. Yerinde yoktu. Ama bir görevli "Zaten görevden alındı" dedi. Meğer Bakırköy Devlet Hastanesi'nde Faruk Tancar'ın başına gelenin aynısı Cengiz Tamer'in de başına gelmiş. Önce görevden almışlar, sonra İdari Mahkeme bunu bozmuş, Sağlık Bakanlığı da Cengiz Tamer' i geçici görevle Düzce Sahra Hastanesi'ne göndermiş. Tamer şimdi tekrar dönmüş ama, hergün görevden alınacağına ilişkin "söylentiler" duyuyormuş.
Kıssadan hisse
İki çarpıcı olay da gösteriyor ki, Sağlık Bakanlığı'ndaki politik örgütlenme en gözü kara biçimde sürdürülüyor. Bakanlık ne eleştirilere aldırıyor ne de birşeyden çekiniyor. Şu anda bilmiyorum, ama belli ki pekçok hastanede aynı durum yaşanıyor. Slogan belli ki şu; "Ya çek git ya sürün."
İnsan sağlığı böylesi çirkin ve çıkarcı siyasete alet edilmemeli.