2000 yılının da ilk 6 ayını, yani yarısını geride bıraktık. Gazetelerin manşetlerine bakıyorum; yıllık enflasyon oranı -tüketicide- yüzde 56.2'nin altına düşmemiş... Ne Çin'de böyle bir enflasyon var, ne Japonya'da, ne Avrupa Birliği ülkelerinde...
Ayda 150 kilovattan daha fazla elektrik tüketecek olanlar da, yüzde 50 oranında bir zamla ödeyeceklermiş faturayı.
Bizim Sabah, dünkü alt manşetinde böyle bir zammın "TV izlemeyin, ütü yapmayın, çamaşır yıkamayın" anlamına geldiğini belirtiyordu.
"Yaşam kalitesi" açısından Türkiye, Dünya sıralamasında, 85'inci basamağın da altında... Yani Yunanistan'dan bile 65 basamak altında...
Adam başına düşen ulusal gelir açısından ise durum tam bir fiyasko... Avrupa Birliği üyelerinde 20 bin doların üstüne doğru tırmanırken, bizde 3 bin doların bile altında...
İspanya'da 1 kişiye 143 kitap düşüyor, bizde 5 kişiye 1 kitap...
Sözün kısası 21. Yüzyıl'a da tam bir külüstürlük içinde girdik.
20. Yüzyıl'ın ikinci çeyreğini kapsayan okul yıllarım geliyor hatırıma...
Tarih derslerinde tahtaya, Orta Asya'dan çıkıp Dünya'nın her kıtasına doğru uzanan kırmızı oklarla kaplı Bir Avrasya haritası asılırdı.
Kırmızı oklar, Orta Asya Türkleri'nin anayurtlarından çıkıp Dünya'ya dağılarak çeşitli ulusları nasıl oluşturduğunu gösterirdi.
İttihatçılar'ın Evkaf Nazırlığını da yapmış olan tarih hocamız Raşit Bey, çok bozulurdu bu haritaya ama, sesini de pek çıkarmaz; tüm Dünya uluslarının gerçekte Türk kökenli olduğunu, bir de sözlü olarak anlatmak yerine, kürsüde suspus oturur:
- Dersinize kitaptan çalışın, demekle yetinirdi.
Eksisi artısıyla tarihsel analizler yapılmazdı. 36 Padişah'dan 14'ünün neden devrilmiş olduğu üstünde hemen hemen hiç durulmazdı. Sadece Sultan Mecit'den sonra, Sultan Aziz'le başlayan dönemin kötülükleri sıralanır; özellikle de Abdülhamit yerin dibine batırılırdı.
Ne Hz. Muhammed'in, Ayasofya'nın yapımından 30 yıl sonra doğduğu netleştirilirdi; ne de Osmanlı Devleti'nin 750 yıl sonra kurulduğu...
Pascal'ın basınç yasalarıyla uğraştığı yılların; bizde deli İbrahim'in tahttan indirilerek öldürüldüğü yıllara rastladığı da belirtilmezdi; aynı yıllarda İbrahim'in yerine oğlu 4. Mehmet'in 5 yaşında ve sünnetsiz olarak tahta çıktığı da..
Hele 5 yaşındaki Padişah'ın gerisinde, iktidarı elinde tutmaya kalkan babaannesi Kösem Sultan'ın, cellat çağırmaya dahi vakit olmadığı için, saray perdesinin ipiyle boğulduğu hiç anlatılmazdı...
Bu tür ayrıntıları ön plana çıkaran yabancı tarihçilerin tümü de Türk düşmanıydı. Balkan başkaldırılarını, sürekli olarak sadece kanlı bir katliam yöntemiyle bastırmaya kalkmış Padişahlar'ı kınayan ve başkaldırılardan yana çıkan Avrupa'lı sanatçılar da Türk düşmanıydı..
"Biz ve onlar" ayırımı içinde yetişmemize adeta özen gösteriliyordu. Ve "onlar" her zaman için bizim düşmanımızdı. Ancak onların yaşadığı çağdaşlığa erişmek de hedefimiz olmalıydı..
Eksisi artısıyla analitik bir tarih bilincine bile sahip olmadan, nasıl erişecektik çağdaşlığa orası belli değildi...
Adam başına düşen ulusal gelirimizin ne olduğunu bilmiyorduk; Türkler'in tipik özelliğinin mesleksizlik ve çağdaşlığı "tüketim taklikçiliği sanmak" olduğunu da bilmiyorduk; köylülüğü nasıl aşacağımızı da bilmiyorduk. Sermaye birikiminin "Devlet eliyle kişi zengin etme" yöntemine bağlanmış olduğunu ise hiç bilmiyorduk.
Hepimiz Türktük ve övünmemiz için de bu kadarı yeterliydi.
Böylesi tek açılı bir koşullanma içinde yetişti bizim kuşağımız. Ve her türlü kuşkuyla eleştiriyi de, kendi koşullanmasından kaynaklanan demogojilerle örtbas etmeye kalktı. Bilim dışı köksüz koşullanmaları arıtacak beyinsel kadroların yetişmesine olanak tanınmadı ve çok yazar çizer ziyan edildi...
Sonuç olarak da, 20. Yüzyıl tam bir fiyaskoyla bitti.