Memleket göbek taşına döndü..
Şair bunaldığında "Hava kurşun gibi ağır.." deyivermiş.. Halbuki o günlerde daha ozon tabakası delinmemiş, yeryüzünün ısısı beş altı derece artmamıştı.. Bodrum da Bodrum olmaktan henüz çıkmamıştı.. Fener de Pendik'e elenmemişti..
Bodrum seyahatimiz biraz olaylı başladı.. Araya bir yaz mevsimi sokup, 24 ay sonra Bodrum'a ayak atmışız..
Biz dediğim de Ercan Arıklı ile ben.. Sağolsun Ercan Bey bir numaralı seyahat arkadaşım olduğundan seferi duruma geçtiğinde beni yanından eksik etmez.. Neden derseniz bensiz seyahatin tadını çıkaramaz da ondan..
Bütün derdi benim sersem olduğumu ispatlamak, daha da önemlisi sersemliğim konusunda beni ikna edebilmek.. Hayatını buna adamış sanki.. O nedenle her yüz, yüzelli metrede bir slogan atar gibi bu iddiasını tekrarlar..
Bu sefer de böyle oldu..
Ancak bu seferlik sersemliğime dair iddiasını "otelin seçimi" konusuna getirdi ki en küçük bir taksiratım yok.. Üstelik tavsiye edenlerden birinin Mudo diğerinin Hasan Cemal olduğunu kendisi de biliyor..
Alamut kalesi gibi..
Lakin otelimizi öyle bir yere yapmışlar ki sinirlenmesine hak vermemek elde değil.. Oteli yapmaya niyetlenenler belli ki Bodrum yarımadasında özel bir yer aramışlar..
- "Öyle bir yer bulalım ki müşterilerden biri suç işleyip de otele kaçtığında işe yarasın.. Jandarma oteli kuşatsa bile müşterimiz aylarca direnebilsin.." demişler..
Ben diyeyim otel, siz deyin Hasan Sabbah'ın meşhur Alamut kalesi.. Bizim odalardan sahile 180 basamakla iniliyor.. Otele gelmek zaten ayrı bir macera.. Karayolu bitip de kıyıya geldiğinizde sizi bir tekne karşılıyor.. Onunla koyu geçip, otelin iskelesine çıkıyorsunuz..
Teknenin modeli konusunda birşey söyleyemiyeceğim.. Antik olma ihtimali var.. Belki Frigyalılar'dan belki de Lidyalılar'dan kalma.. Anfora çıkarırken bunu da çekmişler..
Kıçına bir saç kurutma makinasının motorunu takıp seyrül sefere sokmuşlar.. 250 metrelik koyu, mürettebatına iki cıgara içirmeden almıyor.. Yalnız teknede cıgara içilmesi tavsiye edilmiyor..
Sebebi de teknenin motoru ki egzostan çıkan dumanı doğrudan müşterinin ağzına veriyor, haliyle cıgaranın tadını alamıyorsunuz..
***
İskeleye çıktıktan sonra yirmi basamak sayıp küçük bir köprüden geçiyorsunuz.. Mimar köprüyü tasarlarken ünlü Hayber geçidinden esinlendiği için özel bir dikkat gerekiyor..
Daha doğrusu müşteri bu köprüden geçerken hem zekâsını hem fiziki yeteneklerini test ediyor.. En küçük bir yanlış adımda iskeleye kadar yuvarlanma ihtimali var ki bu durumda "yanmış" oluyorsunuz..
Hayber geçidini atlattıktan sonra da sıra basamak sayımına geliyor.. Sabır edenler yolu bitiriyor, odasına ulaşıyor.. Basamakların tamamını aşmayı göze alamazsanız geceyi açık havada geçirip, ertesi gün yolu tamamlama gibi bir tercihiniz daha var..
Şahsen ben odaya ulaştığımda "Bize derler Aydın efesi, kıçımızdan alırız nefesi.." der gibi alttan üstten istim veriyordum.. Ercan'ın da nebati hayata geçmesine bir cırtımlık mesafe kalmıştı.. Akıl edip beş altı basamak daha yapsalarmış, işi bitecekmiş..
Karartma geceleri..
Odaya girdin işte yat zıbar, değil mi? Hayır! İlla ki rahat batacak, aranacağız.. Öyle yaptık.. Odalardan çıkıp 180 basamağı geri indik.. Derdimiz sahildeki bazı barları, mekânları dolaşmak..
Otel işletmesi ya İsmet Paşamız'ın İkinci Cihan Harbi yıllarında başlattığı "karartma" uygulamasının bittiğini duymadı veya Ecevitimiz'in yeniden programladığı "karartma" uygulamasından ilham aldı..
O yüzseksen basamağın etrafına tek tük lamba koymuşlar.. Ateşböceği gibi ışık salmasından huylanıp bir de üzerine de Bodrum işi testi geçirmişler ki düşman uçakları sayfiye yerlerini bastığında, ışığı görüp bombasını salmasın..
Ercan'la birlikte söylene söylene basamakları inip kendimizi sahil yoluna vurduk.. Üç beş mekân dolaşıp, kalabalık bir yere geldik.. Burası "Ship Ahoy" nam bir yer olup şamatası ile şıngırtısı mıngırtısı ile meşhur..
***
Birer içki söyleyip etrafın seyrine durduk ki tam o sırada karşımıza Neslihan Yargıcı çıktı.. Yanında arkadaşı Neda Hanım var.. Bir de Ercan'ın eski arkadaşlarından Revan Hanım..
Oturup geç vakte kadar lafladık.. Uykularımız geldi, kalktık otele dönüyoruz.. Aynı karartma düzeninde yediyüz metre kadar yolumuz var.. İki yüz metre kadar yolu kazasız belasız aştık..
Bu arada Ercan sürekli olarak çevrenin neden aydınlatılmadığını sorgulayıp, bana bulaşıyor.. Ben de "Ay ışığında yürümenin daha otantik olduğunu, elektrik ışığının doğal ortamı berelediğini.." savunup, sataşmalarına cevap veriyorum..
Tam "Senin gibiler her şeyi kendine dert eder.." diye yeni ve anlamlı bir cümleye başlamıştım ki ne olduysa o sırada oldu.. Tepe üstü taşlara çakıldım.. Sanki o karanlıkta bizi görebilecek birileri varmış gibi ellerimi de cebime sokup kendime Humphrey Bogart havası vermişim..
Tepe üstü giderken son bir gayretle ellerimi cepten çıkarayım da bir yere tutunayım, diye düşündüm.. Onu da beceremedim.. Ercan düştüğüm yerden beni kaldırdığında iki elim hala ceplerimdeydi ve sanki ıslıkla romantik bir melodiye başlayacakmış gibi duyguluydum..
Üst baş toz içinde kaldığı gibi pantolonu da patlatmışız.. Yandan sökülüp gitmiş ki hesabını Beymenciler'den soracağım..
Kalkıp üstümüzü başımızı silkeledik, elleri mecburen cepten çıkardık.. Çıkarmasan cepteki eller kumaşı geriyor, iki karışlık patlak yer açıldığından, pembe pembe baldırımız dışarı taşıyor..
Herhalde kazları da bu manzara tahrik etti.. Kıyıda "manzaraya hava katsın" diye kuğu niyetine beslenen kazlardan biri saldırıp, bacağımdan ısırdı.. Ben insanlık yapıp onu ısırmadım..
Otele geldiğimizde saat sabahın beşiydi, pantolon elden gitmişti.. Bacağımızda muhtelif düşme yaraları bir de kaz ısırığı vardı.. Mevsim yazdı..