Gazeteler Batılı ülkelerin ceza yasalarında yer alan 312 benzeri maddelerin listeleriyle dolu. Birçok yazar bu maddelerden örnekler verip, bakın işte, en demokratik bilinen ülkeler bile mecbur kalmış düşünceye sınır koymaya, demeye getiriyor.
Ama söz konusu maddeleri dikkatlice okuduğumuzda, her bir metnin birbirinden problemli olduğunu ve kılı kırk yaran bir dikkatle seçilen sözcüklere rağmen, suç olanla olmayan arasında zamana ve mekana karşı dayanıklı, kalıcı ve sağlam bir mihenk taşı dikemediğini görüyorsunuz.
Hepsi de problemli; çünkü problem olayın özünde, en dibinde yatıyor: Bir yandan düşünce ile eylemin ayrılmazlığı, öte yandan düşüncenin sınır tanımazlığı...
Düşüncenin eylemin anası olduğu, dolayısıyla eylemi suç sayarken ona yol açan düşüncenin masum ilan edilmesinin vahim bir azmazlık olacağı fikri yeni olmadığı gibi hiç de yabana atılır bir fikir değil elbette. Bölünmeyi teşvik etmekle şiddet yoluyla bölmeye kalkmak; darbeciliğin teorisini yapmakla darbe yapmak; kadınları aşağılamakla kadınları dövmek; bir ırkın üstün ırk olduğuna dair tezler üretmekle o ırkın dünyayı yönetmesi için savaş çıkartmak ya da güncel tartışmaya dönersek halk arasında kin ve düşmanlığı tahrik etmekle kin ve düşmanlık uygulamak arasındaki ilişkiyi kim inkar edebilir?
Böyle bir ilişki olduğu içindir ki insanlık yüzlerce yıldır düşünceyi suç saymaktan bir türlü vazgeçememiş ama öte yandan düşünceyi cezalandırmakla da başa çıkamamıştır. Bugün en demokrat ülkelerin aydınlarının, düşünce suçu kavramına en fazla tepki verenlerin bile kendi istisnalarını (her fikre özgürlük ama faşizme hayır) getirmeleri, sorunun ne kadar çetrefil olduğunu gösterir.
Biz düşünce ile eylem arasındaki ilişkinin çıkmazında dilediğimiz kadar at oynatabilir, kafa patlatabilir, tezler ileri sürüp teoriler ortaya atabiliriz. Düşüncenin içinde eylemin, eylemin içinde düşüncenin zaten var oluşu üzerine çeşitlemeler yapabilir, bu paradoksal durumu anlamaya çalışabiliriz. Ama hukukun böyle bir lüksü olamaz. Hırsızı mahkum eden hukuk hırsızla birlikte mülkiyet fikrini zedeleyici her türlü fikri de birlikte mahkum edemez. Kan davası sanığını yargılarken o töreyi besleyen büyüten ve sürdürmesine fikri destek veren koca bir toplumu görmezden gelmek zorunda kalır. Çünkü hukuk net tasnifler ve genellemeler yapmak zorunda kalır. Az çalan da, çok çalan da, çalma nedenleri ne olursa olsun hırsızdırlar. Cinayete kışkırtma ile intihara yardım da öyle. Eylemin ardındaki-içindeki düşünce ve saik hukukun ikincil meselesidir. Cezanın dozuna ilişkin olarak gündeme gelir.
Bu yüzden de düşünce ile eylemin özde aynı ve iç içe oluşu bizler için bir problem iken hukuk açısından durum net ve tartışmasız olmalıdır. Eylem ve düşünce onun gözünde farklı insan davranışlarıdır ve birbirinden bağımsız olarak ele alınmak zorundadır. Adaletin gözündeki bağ yalnızca insanlar arası ayrım yapmaması, herkesi eşit ve aynı sayması için değil, davranışlarımız arasındaki kaçınılmaz bağ ve ilişkileri de görememesi içindir.
Hukuku acımasız yapan da adalet duygumuzu biraz olsun yatıştıran da budur.