Kendini derslerine vermeyi, yüzlerce sayfalık kitapları okumayı, okuduğunu anlamayı bir türlü başaramamıştı. Çarpmalar, bölmeler yapmak, köşegenleri hesaplamak ona göre değildi. Ne yapsa bir türlü kafası basmıyordu işte.
O da istiyordu sınıfın en çalışkanlarından biri olup, "akıllı kız" diye parmakla gösterilmeyi ama olmuyordu işte. En kötüsü karne zamanıydı. Kırıklarla dolu o karneyi alıp eve gitmek yok muydu, işte o zaman ölüp ölüp diriliyordu.
Bu yıl da öyle olmuştu. Tuzla Tezel Taşkıran İlköğretim Okulu'ndan mezuniyet yılıydı bu yıl Elvan'ın. Yine zayıflarla doluydu karnesi.
Arkadaşları teselli etmeye çalışmış, "Eylül'de kurtarırsın nasıl olsa" demiş ama yine de gözyaşlarını engelleyememişlerdi. Okul dağıldığında ayakları geri geri giderek eve doğru yönelmişti. Annesi zili çalışından anlamıştı. Yine zayıf doluydu karne. Sesini çıkarmadan genç kızı içeri almış, "Babana ne diyeceğiz şimdi" diye sıkıntıyla söylenmişti. Asırlar gibi gelmişti akşama kadar geçen birkaç saat.
Odasından çıkmadı bir süre. Fısıldaştıklarını duyuyordu. Sonra beklediği an geldi. "Elvan" diye seslendi babası Aslan Altay. Elinde karnesi utanç içinde girdi salona. Babası bağırıp çağırmaya başladı. Artık mezun olması gerekiyordu. Şimdi bile bu kadar zayıf getirirse lisede nasıl okuyacaktı. Çok mu şey istiyorlardı ondan. Yediği önünde, yemediği ardındaydı...