Son 80 yıl içinde Türkiye'de sürünerek yaşamış ozan ve yazarlar hakkında bir doktora tezi yapılmış mıdır bilmiyorum.
Bildiğim, bir toplumdaki politik mekanizmaların gerçek rontgenini, o toplumdaki ozan ve yazarların sürünme oranlarıyla yaşam düzeyleri belirler...
Örneğin Mahmut Yesari'yi ele alalım.
Mahmut Yesari, yazdığı onca tefrika, roman, öykü ve tiyatro çevirisi karşılığında; toplam olarak gazetelerden kaç para, kitabevlerinden kaç para alabilmiştir acaba?
Ya Nazım Hikmet?
Ya Selami İzzet?
Ya Suat Derviş?
Ya Nusret Sefa?
Ya Sait Faik?
Yakup Kadri, Falih Rıfkı, Reşat Nuri gibi bazı yazarlar, kazara aynı zamanda Dışişleri'nde, yahut Eğitim'de, yahut iktidar partisinde de görev almamış bulunsalar, acaba salt yazı çalışmalarıyla ne kadar geçinebilirlerdi?
Şimdiye dek hiç kurcalanmamış olan bu konuda; son 80 yılın, enine boyuna bir dökümü yapılmadıkça, politika mekanizmalarının bir başka rontgeni de yeterince çıkmaz ortaya...
Bunun yanında bir de, yazarlara karşı cimriliği bir cellat sadizminde göbek atan bazı gazete patronları vardı. Yazarın çektiği sıkıntı ve sıkışıklıktan adeta orgazm düzeyinde gizli bir zevk alırlardı.
Bunların en başında Tan gazetesinin sahibi Halil Lütfü Dördüncü gelirdi...
Ikına sıkına üç beş kuruş zam isteyen yazarlara sorardı:
- Sigara içiyor musun?
- İçiyorum efendim...
- Kes sigarayı... İşte sana ayda 30 lira zam...
1955'i 1956'ya bağlayan bir yılbaşı gecesiydi. Yedeksubay Okulu'nda öğrenciydim. Askerlikte, yazı yazmak yasaklı olduğu halde; çoluğun çocuğun nafakasını çıkarabilmek için, her gün imzasız küçük fıkralar yazmayı sürdürmek zorunda kalmıştım Tan'da. Ayda 400 lira alıyordum...
Çok gençtim... 2 günlük yılbaşı tatilinden yararlanarak bir kaçamak yapmaya kalkmıştım İstanbul'a... Sirkeci'deki Özipek Palas'a inmiştim.
Otelin masrafını gazeteden alacağım avansla ödeyebileceğimi düşünmüştüm.
Ve Halil Lütfü'nün odasına girmiştim. Durumu anlatmış, avans istemiştim. Hemen bir kitap uzatmıştı bana; Orson Welles'in, "Mr. Arkadin" romanının Fransızcasıydı.
- Olur ama bunu çevirip getirirsen, demişti.
- Aman yapmayın etmeyin, zaten sadece 2 gece kalabileceğim...
- Sen bilirsin...
Halil Lütfü'nün çaresizliğimden aldığı zevk, bal olmuş damlıyordu bakışlarından...
Aldım romanı, bir de gazeteden küçükçe bir yazı makinesi... Gittim kapandım otele... Gecesi gündüzü, sabahı akşamı, öğlesi ikindisiyle hiç mi, hiç durmadan; 2 günde çevirdim romanı...
Çeviriyle birlikte gazeteye geldiğimde; Halil Lütfü, bu kez de tam 7 saat bekletti beni... Sonunda maaşımla birlikte verdi çevirinin 200 liralık karşılığını. Ucu ucuna yetişebildim Ankara'ya kalkan akşam trenine...
Halil Lütfü, genç yaşlarımın çok sıkışık bir anında, neden yapmıştı ki bana böylesi bir zalimliği?
Eski yıllarda, gazetelerden çıkmayan maaşlar, ödenemeyen kitap ve tiyatro telifleri; yahut baskısı saklı tutulmuş kitaplar karşılığı; sözde ödenmiş üç beş kuruş...
Bugünkü durumlar çok daha düzenli ve oksijenli...
Bizim kuşak, bir kalem bir kağıtla -hele Ankara'nın burun kıvırdığı bir kimliğe sahipse kimseciklerin bilip görmediği cehennem denizlerinden geçirdi hayat sandalını. İşsizlikler, mahkemeler, cezaevleri de cabası...
Ne yapalım ki, biz de yazıyı seviyorduk ve dayanmaya çalışıyorduk Türkiye'nin acımasızlığına...