Felâketli tecrübelerden sonra milliyetçilik biçim değiştirdi. Berlin duvarını silâhlar değil, barış düşüncesi yıktı.
Spor da ulusların barış içinde bir arada yaşama idealinin kitlesel araçlarından biri..
Geçen hafta İstanbul'da meydana gelen müessif olaylar ardından Türk ve İngiliz halkının milliyetçilik adına ilkel bir ırkçılık körüklemesi ile karşı karşıya gelmesi, düşündürücü, fakat geçici bir bunalımdır.
Hızlı karar veren basiretli yöneticilerin eksikliği ve ırkçılık sırtlanını uyandırarak izleyici ve okuyucu arttırma peşindeki marjinal medya kuruluşlarının kışkırtmaları sonucu, bir taraf katillerine, bir taraf da holiganlarına sahip çıkmanın yanlışına düştüler.
Sağduyu yavaş yavaş geri geliyor..
Hemen ertesi gün Türkiye'den yapılacak resmi bir üzüntü ve özür mesajı, bütün bu nahoş gelişmeleri önleyebilirdi.
Gerektiği zaman, üzüntü belirten uçuk bir özür, hiç bir ülkenin ulusal onurunu zedelemez. Tersine, kendine güven duygusunun büyüklüğünü ve onurunu kazandırır.
"Keşke o iki İngiliz öleceğine biz yenilseydik" dediği için Fatih Terim küçülmedi, büyüdü. O sözleri Galatasaray'ın galibiyetini iptal ettirmedi, değerini arttırdı.
Bu sözler onursuzluk değil, Türk imajına zarar verecek haksızlıkları caydıracak insani ve milliyetçi bir reaksiyondur.
Fatih Terim'in jesti, dört gündür alçıdan bir heykel görüntüsü veren hükümetimiz için halâ ilham alınacak bir davranıştır.
Suçluların yakalanması fırsattır.
Resmi tepkinin böyle somut bir gelişme için bekletildiği anlamına gelecek ifadelerle bu insani borcun yerine getirilmesi fırsatı harcanmamalıdır.
Sonuçta İngiltere'nin dostluğu, kolayca harcanacak bir dostluk değildir.
Ayrıca saldırganlıklarına ve misafirlik hakkını kötüye kullanan saygısızlıklarına rağmen iki İngiliz taraftar bizim ülkemizde polis tarafından yakalanıp mahkemelerce cezalandırılacak yerde, çeteleşmiş sokak serserileri tarafından öldürülmüşlerdir.
Bu gerçeği örtüp baskın çıkmanın, ulusal onurumuza ne faydası var?
Mahkemelerin cezalandırması gereken suçların sokak çeteleri tarafından cezalandırılması, milliyetçilik mi?