Sabancı Hat Koleksiyonu, Louvre Müzesi'nde sergileniyor. Açılışına iki nedenle gitmedim...
Birincisi... Kendimi biliyorum, Sakıp Ağa'yı yakaladığımda "Ağam koleksiyonu bırakalım, birleşme" diyecektim (biraz yersiz olacaktı). Allah'tan Sakıp Sabancı'yla açılıştan bir gün evvel görüşüp "Birleşmeyi gençler yapacak" haberini geçtim.
İkincisi... Açılış, tören, seremoni bittikten sonra sergiyi çok gezen olacak mı, kimler gelecek onu merak ettim.
Serginin afişleri Paris'in en görünür yerlerinde, Lovre Müzesi daha girişten oklarla yön gösteriyor (onlar da ilk kez bir özel koleksiyon sergiliyor bu arada)...
Sergiye adım attığınızda garip bir his geliyor, sanki hatları ruhunuzun derininden gelen bir duygu çok seviyor.
Muazzam etkileniyorsunuz.
Bu arada hat sanatı hakkında çok şey öğrendim.
Raffi Portakal'ı tanımamış olsam, Serdar Gülgun'un evine davet edilmemiş olsam iyice cahil olacaktım gerçi de, hat sanatı koskoca bir derya.
Nasıl güzel anlatan bilgi levhaları var, okudukça karşınızdaki eser ayrı bir anlam kazanıyor, derinleşiyor ve güzelleşiyor. Bu arada bu sergiyi gezip de tarihiyle kendisi arasında bir kopukluk hissetmeyen Türk azdır diye düşünmemek elde değil.
Peki kim geziyor? Geziliyor mu?
Hem de nasıl. İşin ilginci gençler çok geziyor. Ziyaretçiler arasında nedense yabancı Türkologları hemen fark ediyorsunuz, saatlerce oradan çıkmıyorlar.
Bir de Türkler var. Onlarda bir gurur hissediliyor, kendi aralarında ortak bir mirası paylaşmanın heyecanıyla konuşuyorlar.
Konuyu da söyleyeyim...
Bu hatlar bizi ve dünyayı bu kadar heyecanlandırıyor. Topkapı Amerika'yı ayağa kaldırıyor. Kendi ülkemizde neden bu kadar ilgisiziz?
Soruyu soranlar cevabı da veriyor: Kendimizi kendimize pazarlayamıyoruz da ondan, bir. Devlet bu işten anlamıyor, iki. İş, "Kapı açık, Türk - turist, isteyen gelsin" demekle olmuyor. İş eserin yanına ad yazmakla bitmiyor, hikayesi onu özel kılıyor.
Sonuç: Topkapı Louvre'da sergilenecek olsa ziyaret edecek olan Türkler çok daha bilgili, çok daha gözleri kamaşmış, çok daha gururlu ve mutlu çıkacaklar.Bunu İstanbul'da gerçekleştirmenin bir yolu olsa gerek.
Not: Biliyorum Topkapı yöneticileri de farkında. Onlara sorsanız, "Depremin zararlarını kapatmak için para yok, Hazine duvarı yıkılmak üzere siz ne diyorsunuz" diyecekler. Topkapı'yı işini bilen bir özel sektör konsorsiyumu özelleştirir gibi ele alsa, bakın neler olur!
Bir şey olduğu yok, siz bu yazıyı okuduğunuzda hayırlısıyla İstanbul'a dönmüş olacağım ve bu kriz bitecek. Kuru fasulye pilav hayallerim var! Lakin Fransa -mevsimsel olsa gerek- bir zayıflama psikozu içinde. Her dergide rejim, her gazetede fikir, televizyonda taktikler!
Madame Figaro dergisi, bakmış işin içinden çıkalacak gibi değil, ekibini toplamış, her rejimden işe yarayan tarafları alarak 8 maddelik bir tüyolar listesi çıkartmış. Fransa'da hesap şöyle: Nisan - Mayıs'da zayıflayamazsak, Haziran'da plajda nasıl dolaşacağız?
Bu düşünce sizin de aklınıza geliyorsa (ve biraz daha sağlıklı olmak istiyorsanız) işte tüyolar:
1. Öğle yemeği sonrası tatlıyı unutun. Akşam yemeği sonrası kesinlikle unutun!
2. Yemeğe oturmadan evvel iki büyük bardak su içiliyor. Maksat iştah kesilsin.
3. Yemekler küçük tabaklarda yeniyor (örneğin tatlı tabağı) ve ikinci kez almak üzere uzatılmıyor!
4. Yemekten yarım saat evvel mideyi şişirmek için biraz atıştırılıyor. Burada elbette fındık fıstık atıştırmıyor, diet lifleri yiyorsunuz.
5. Restoranda yemeğe giderken size dar gelen bir pantolon (hanımlara etek de olur!) giyiyorsunuz.
6. Buzdolabının üzerine 10 yıl önceki incecik halinizin resmini asmak ve "Olabiliyor demek ki" demeye başlamak.
7. Yürünebilir mesafeyi, dolmuş veya taksiyle değil, yürüyerek gitmek.
8. Asansöre binmemek (İş Bankası kulelerinde çalışmadıkça!)