Hazreti İsa çarmıha gerilirken korku içinde Tanrıya yalvardı: "Baba Korkuyorum..." Tanrı kendisine seslendi. "Korkmasaydın cesaretin anlamı kalmazdı..." Burada önemli olan korkunun değil, cesaretin tanımıdır. Türkçesi şudur: Eğer korkacaksan cesaretin anlamı yoktur.
Cesareti, haklı gerçeğin iradesi ve değer kazanan hareketin önceliği olarak tanımlıyorum. Eğer sonunda korkuya kapılıp sineceksen, eğer elin ayağın titreyerek işi saptıracaksan, yanlış anlaşıldım diyeceksen, sudan cesaret göstermenin gereği yoktur. Siyaset stratejisi hukuku saptırma, hedefi şaşırtma esasına dayandırılırsa, muhatapların sertleşmesi kaçınılmazdır. Siyaset krizlerinin temelinde bu zaaf yatar.
Osmanlı yönteminde "kriz" yoktu. Sorunları, irade-i seniye, arada bir de yeniçeri naraları ile hallederdik. Batılılaştık ve kriz ile karşılaştık. Tanzimat Paşaları "kriz" sözcüğünü ilk duyduklarında bunun Türkçe'sinin olmadığını gördüler. Cevdet Paşa, sonunda "buhran" kelimesiyle meseleyi çözdüklerini anlatır.
Tanzimat'tan Cumhuriyet'e hep "buhranlar" yaşadık. Sonraları arılaştırma süreciyle "bunalım" sözcüğünü ürettik. Şimdilerde yine krizin keskin tarifine dönüp meseleleri tartışıyoruz. Kriz bir fiili durumdur, eğer onu süreç haline getirirseniz, durum felakete dönüşür.
Son yıllarda bu süreç başlatıldı ve sürüklenip gidiyor. Kutan'ın konuşması siyasette krizlerin "durumundan", "sürece"; "süreçten" "sürekliliğe" dönüştürüldüğünü gösteriyor. Artık bu yanlış içerikli konuşmaları "talihsizlik" deyimiyle açıklamak da mümkün değil. Fazilet'in başkanlık divanında istifa taleplerine karşı bazı başkan yardımcılarının, "bu konuşmanın arkasındayız" diyerek krizi sürdürmek istemeleri de aynı ölçüde hayret vericidir. Hizbullah'ın maskesini düşürdü diye hırçınlaşıp hedef belirler gibi orduya siyaset tarifi getirilmesi anlaşılır şey değildir. Sanırım ordunun bugüne kadar yayınladığı en sert tebliğ budur. Ordu benzer tepkiyi bir kere de Kubilay olayında göstermişti. Genç kuşaklar Kubilay olayını hatırlamazlar. Arada bir anlatılması yararlı olur.
Fıkıh kitaplarının "makasıdu'ş-şâri" başlığında İslam'ın tanımladığı haklar ve özgürlükler anlatılır. Bunlara "selametler" denir. Canın selameti, malın selameti, ırzın selameti ve aklın selameti temel hak ve özgürlükler olarak teminat altına alınır.
Dine, adına terör yaşatanların aslında İslam'ın "selametlerine" saldırdıkları aşikar değil mi? Laiklik, din ile devlet arasındaki uzlaşmanın anayasal zemini değil mi? Laik olmak, inançları farklı yurttaşlar arasındaki barışın yaşamsal değeri değil mi? Demokrasi ve inançlar için mücadele etmek iddiasıyla, din adına ırza, cana, mala saldıran teröre neredeyse arka çıkar gibi tavır takınmanın savunulur yanı olur mu?
Bunu Sincan olayı bağlamında tartışmaya almanın kabul edilebilir yönü bulunur mu?
Siyasal kriz deyimiyle bir tarif tartışması yapıp konuyu geçiştiriyoruz. Asıl önemli olan siyasal krizde kimin ne söylediğidir. Faklı yaklaşım denilen şey, krizi anlama imkânı vermekle kalmaz; kimlerin neleri gözardı etmek istediğini sergiler. Krizi, durum olmaktan çıkaran ve süreç haline getiren zaaf bu noktada başlar.
Ciddiyetten uzak ifade biçimlerinin sorun yaratması da durumu sürece dönüştüren yanlışlıktır. Sincan benzetmesi, krizi süreklileştirme isteğinin yersiz ve gereksiz örneği olmuştur.