Aşağıdaki yazıyı 21 Mayıs 1997 tarihinde kaleme almıştım. Başlığı yine "Hagi"ydi...
O tarihte, Türkiye 28 Şubat sürecinin daha başındaydı.
28 Şubat'ın üzerinden henüz üç ay bile geçmemişti.
Refahyol işbaşındaydı, Erbakan başbakandı.
Ama; hükümet de, rejim de sallanıyordu.
Öte yandan;
Bahar da zor bir bahardı...
Pembe-beyaz çiçeklerin süslediği bahar dalları birkaç günden fazla hüküm sürememişti o yıl...
Menekşelerin pek kısa olmuştu ömürleri...
Soğuk içimizi üşütmüş, sıcak kızdırmıştı beyin hücrelerimizi...
Hoşgörü, eşiğinden içeri girmiyordu odalarımızın.
İlk kez bir ilkbahar umut vermiyordu.
İlk kez bir ilkbaharın göçmen kuşları kanat çırpmıyordu semalarımızda...
İşte "Hagi" başlıklı yazı o günlerde kaleme alındı. Şöyleydi:
"İstanbulspor-Galatasaray maçının uzatmaları oynanıyordu. Uzatmaların da son saniyeleri. Maç 2-0'dan 2-2'ye gelmişti. Galatasaray taraftarları, tribünlerde donup kalmıştı. Şampiyonluk gidiyordu.
Tam "maç bitti" denilirken, İstanbulsporlu futbolcu Galatasaray kalesine doğru hızla aktı.
Beraberlik yetmezmiş gibi, lider takım ağır bir yenilgiyle karşılaşmak üzereydi.
Ama İstanbulsporlu genç futbolcu zor olanı yaptı. Golü kaçırdı.
Tribünlerdeki Galatasaraylılar elleriyle gözlerini kapatmışlardı.
O nedenle, "kaderin döndüğü an"ı göremediler.
Hakem, Galatasaray lehine penaltı noktasını gösteriyordu.
Mağlubiyetten galibiyete dönen "kader asrı"nın süresi sadece on saniyeydi.
Yenilmesi işten bile olmayan Galatasaray, aynı on saniye içinde galibiyete ulaşma şansını ele geçirmişti.
İşte o an kaderin döndüğü andı.
Kader, ağlarını Galatasaray'dan yana örmüştü.
Hakkaniyetli davranmıştı.
Yalnızca on beş dakika önce -bütün futbol otoritelerinin tartışmasız kabul ettiği- açık penaltısı verilmediği için değil.
Hakkaniyet, Galatasaray'ın bu yıl şampiyonluğu "en çok hak eden" takım olmasından kaynaklanıyordu.
Haftalardır liderlikten inmeyen takım oydu.
Uluslararası ve saygın futbol dergilerinin "dünyanın en iyi on futbolcusu" arasında saydığı Hagi'nin top koşturduğu takım oydu.
Avrupa'nın en iyi üç golcüsünden biri olan Hakan'ın oynadığı takım oydu.
Taraftarlarının bütün maçlarında tribünleri tıklım-tıklım doldurduğu takım oydu.
Milli takımı 40 yıl sonra Avrupa'ya götüren teknik direktörün çalıştırdığı takım oydu.
Kliklerin at koşturmadığı, uyumlu ve çağdaş bir yönetimin başında olduğu takım oydu. İki ülkenin milli takımlarında, ilk onbirde sekiz futbolcusuyla birden yer alan takım oydu. En çok gol atan, en çok galip gelen takım oydu.
Kaderin döndüğü o an yaşanmasa, Galatasaray on saniyede mağlubiyetten galibiyete dönmese, o "kader"e sadece isyan edilirdi. O son saniyede, penaltı noktasını gösteren el, hakemin eli değil "kader"in eliydi. Kaderin eli değince, Galatasaray o "an" şampiyon oldu.
Şimdi, Türkiye'nin Galatasaray'ın kaderine ihtiyacı var. Türkiye'yi "hakemin kararı" değil, "kaderin kararı" kurtaracak.
Çünkü, bu Türkiye bunu hak ediyor.
Daha güzel, daha müreffeh, daha çağdaş, daha ileri, daha mutlu, daha demokrat, daha adaletli, daha barışçı, daha hoşgörülü, daha aydınlık günleri hak ediyor.
Tıpkı o son saniyedeki kader penaltısı gibi.
Türkiye'nin "hakem"in kararından önce kaderin kararına ihtiyacı var.
Ve tabii bir de Hagi'ye...
O penaltıyı gole çevirecek bir Hagi'ye.
O gün İnönü Stadı'nda, Galatasaraylı tüm futbolcular, penaltı noktasından kaçarken o topun başına geldi.
Zaferden sonra yaşayacağı heyecanları zaferden önce yaşamadı.
Duygularını erteledi.
Önce koştu, sonra coştu...
Türkiye'de hiç Hagi yok mu?"
1997 Mayıs'ındaki yazı böyle bitiyordu işte...
Arşivlerden bu yazıyı çıkarıp neden koyduk ki bu köşeye?
Pazar akşamı Hagi, atv'de "Bizim Stadyum"da canlı yayındaydı...
Hagi'ye, "unutamadığı gol" soruldu..
Unutamadığı gol?..
Hangi biri unutulabilirdi?
30 metreden, 40 metreden atılan inanılmaz falsolu goller...
Bilgisayarın hızını ölçerken zorlandığı, fizik kurallarını hiçe sayan goller...
Sıfır çizgisinden atılan goller...
Dört beş oyuncuyu, ortasahadan itibaren çalımlarla oyundan düşürerek atılan goller...
Atletic Bilbao maçının son saniyesinde çaprazdan; "falso ve şiddet"i aynı vuruşta birleştirerek atılan akıl işi değil, "akıldışı" gol...
Hagi, hangisini söyleyecekti?
Soruyla birlikte heyecanla doğruldum.
Hagi, cevabı duyan milyonlarca insanı şaşırttı...
Ama beni yanıltmadı.
Birkaç saniye düşündükten sonra; "İstanbulspor'a attığım penaltı golü" dedi.
Akıllara durgunluk veren, arşivlere "unutulmaz" kaydıyla geçirilen tüm golleri bir yana bıraktı..
Hiçbir futbolcu için, hiçbir "estetik ustalık" gerektirmeyen sıradan bir penaltı vuruşunu "kendi unutulmazları"nın başına yazdı.
Çünkü, biliyordu ki, o"gol" olmasaydı, Galatasaray'ın son dört yıllık "başarı öyküsü" yazılamazdı. Herşey, o gün o noktada başlamadan biterdi...
Hagi, dünya çapında bir futbol ustası... Servetin şöhretin başını döndürmediği çok "iyi" bir insan...
Ama bir futbol filozofu aynı zamanda... Yani, hayatla futbol arasındaki ilişkiyi kavrayarak yaşayan bir insan...
Önceki akşam bir ders daha verdi herkese.. Ne tek bir birşeyin; ne bir takımın, ne de bir ülkenin kaderini ileriye doğru değiştirmeyecek hiçbir adımın; ne kadar görkemli olursa olsun, "kıymet-i harbiyesi" olamayacağını kanıtladı..
Kulak verin Hagi'nin "kader senfonisi"ne...