Türkiye'nin geleceğini; insanlarının özgürlüğü ve refahını sağlayarak, toplumunun çeşitliliği ve renkliliğini ve ülkesinin bütünlüğünü koruyarak güvence altına alacak olan AB üyeliğidir.
Bülent Ecevit'in, gayet zayıf bir siyasi kültüre sahip, demokrasisi ikide bir asker” müdahalelerle yara almış, aydınlarının önemli bir bölümünün belkemiği sorunları olan bir ülkeyi, hem de bir üçlü koalisyon hükümetiyle Avrupa'ya doğru taşımasının çok zor bir iş olduğunun farkındayız.
Ecevit'in işinin zorluğu ve hedefin isabeti arasındaki orantıda, küçük kusurları görmeyebiliriz ama "temel demokratik ilkeler"de "erozyon"a sebep olabilecek çıkışlarını görmezlikten gelemeyiz.
Hafta sonundaki bir açıklamasında, MGK'dan söz ederken, "Türkiye'de Türk Silahlı Kuvvetleri'nin özel bir durumu vardır. Bu, Türkiye'nin özel konumundan kaynaklanmaktadır. Batı Avrupa ülkelerine kıyasla Türkiye dünyanın çok kritik, güvenlik açısından kritik bir bölgesinde yer alıyor. Ayrıca eğer MGK olmasaydı kurulması gerekirdi. Bu bölgede yer aldığımız için de iç güvenlik ile dış güvenlik birbirinden ayrılmaz durumdadır" diyor.
Olmamış. Bu, "askerin sivil otoriteye kesinlikle tabi olması" anlamındaki temel "Kopenhag kriteri"nin ruhunun, yani "Avrupalı" olma niteliğinin ihlalidir. MGK, askeri müdahale anayasaları sayesinde "legal". Ama "legitimate" değil; yani demokratik hukuk normları açısından "meşru" olmayan bir kurul. Hiçbir "özel jeopolitik konum", hiçbir demokratik ve üstelik AB adayı bir ülkede, eş sayıda asker ve sivilden oluşan ve 28 Şubat sayesinde fiilen "hükümet-üzeri" statü kazanmış bir kurulun, bu haliyle devamına cevaz vermez.
Ecevit, yürütmenin başı olarak Türkiye'nin güvenlik politikasını belirlemekte kendini aciz mi hissediyor ki, böyle bir durumu "içine sindirebiliyor"? Ayrıca, acaba Türkiye, hangi komşusundan bir tecavüze uğrama ihtimali ile karşı karşıya?
Yunanistan ile zaten AB bünyesinde beraber olacağımız varsayımına dayalı bir ilişkimiz söz konusu. Esasen, müştereken NATO üyesiyiz. Bulgaristan da, bizim gibi AB'ye aday üye; aramızda silahlı çatışma ihtimali taşıyan bir ihtilaf yok. Irak, bir "parya devlet" halinde, uluslararası denetim ve tecrit altında. Suriye'nin tüm dikkati İsrail ile barış sürecine dönük; Türkiye'yi tehdit edecek ne askeri gücü, ne de buna niyeti var. İran ile de bu cins bir ihtilaf mevcut değil. Sadece, Vladimir Putin'in şahsında, bir "saldırgan milliyetçi kabarış" halindeki Rusya; Kafkasya'daki performansı, Türkiye ile enerji yolları denetimine ilişkin çıkar farklıları ve en önemlisi eti budu nedeniyle ciddi bir "dış tehdit kaynağı"dır. Nitekim, Gürcistan ve Azerbaycan, Rusya'nın bu yeni hüviyetinden kaygılıdırlar.
Peki, daha iki ay önce bu Rusya'ya koşup, Putin'le el sıkışıp "terörizmle işbirliği" anlaşmasını siz imzalamadınız mı? "Mavi akım projesi"nde Rusya ile siz beraber değil misiniz?
Kaldı ki, Silahlı Kuvvetler, bu komşulardan gelebilecek tehditlere karşılık verecek güçtedir. Görevi de odur zaten. Böyle bir MGK'ya ne gerek var?
Foreign Affairs dergisinin şubat sayısında Cumhuriyetçi Başkan adayı George W.Bush'un dış politika ekibinin başındaki Condoleeza Rice'ın, bir yazısı yayınlandı. Bir Bush iktidarında Amerikan dış politikasının nasıl olacağına ilişkin ipuçlarıyla dolu yazının şu bölümünü Ecevit ve herkesin altını çizerek okumasında yarar var:
"Başkan, askerin özel bir enstrüman olduğunu hatırlamalıdır. Öldürücüdür ve öyle olması için oluşturulmuştur. Sivil polis gücü de değildir, siyasi bir hakem de. Ve hiç kuşku yok ki, bir sivil toplum kuracak olan o değildir. Askeri güç, en iyi şekilde açık siyasi hedeflere ulaşmak için kullanılır. Bunlar, Saddam'ı Kuveyt'ten çıkartmak gibi sınırlı da olabilirler; Japonya ve Almanya'yı İkinci Dünya Savaşı'nda teslime zorlamak gibi kapsamlı da. Sınırlı bir siyasi amaç koyup, bunun için kararlı biçimde savaşmak başkadır; askeri gücü kademeli biçimde kullanarak, zaman içinde bir siyasi çözüm bulunmasını ümit etmek bambaşka."
Türkiye, bu "ikinci yolu" terketmedikçe, ne kendini bulabilir; ne de "Avrupa yolu"nu.