Mehmet Ali Birand'ın dünkü yazısının başlığı aşırı dikkat çekiciydi, "Türkiye, sadece Türkler'e bırakılamayacak kadar önemli bir ülke."
Birand'ın da katıldığı uluslararası bir toplantıda bir konuşmacı söylemiş bunu:
- Türkiye, sadece Türkler'e bırakılamayacak kadar önemli ve değerli bir ülke durumuna girdi, demiş.
2000'in başında daha da keskinleşen böyle bir değerlendirmenin nedenleri çok eskilere dayanır... Ta 17. Yüzyılın ilk çeyreğinde Genç Osman dönemlerine...
Gencecik yaşta tahta çıkan II. Osman da, imparatorluğu kendince çağdaşlaştırmak hevesindeydi. Irzına geçildikten sonra parçalanarak öldürüldü...
Sorun şudur: 900 yıl önce Küçük Asya'ya gelmeye başlayan Türk'ler, 200 yıllık bir zaman sonunda merkezi bir devlet kurup, Bizans'ı da ele geçirdikleri halde; çağlarla gitgide hızlanan değişimlere neden ayak uyduramadılar?
Bize göre bunun en temel yanıtı, Türkler'in hem kendi öz dillerini yazılı bir dile çevirememiş, hem de "Rönesans" dışı kalmış olmalarıdır.
Rönesans, insanlığın İsa'dan önceki beyinsel birikimleriyle yeniden bütünleşme kapılarının açılması demekti..
Eski Roma, o zamanlar gizli din taşıyan Hıristiyanları, 3 yüzyıl boyunca arenalarda arslanlara yedirmişti. Kilise de, kendi egemenliğini pekiştirdiğinde, 1000 yıl boyunca eski Yunan ve Roma uygarlıklarını hem yok, hem de onlarla ilgilenmeyi en büyük suç saydı... Ve daha önceki uygarlıklara kapalı olan o döneme "orta çağ" dendi.
Özellikle Papa'yla dostluk kurmuş büyük sanatçıların öncülüğünde, yavaş yavaş eski Yunan Roma uygarlıklarıyla; ve insanlığın o dönemlerdeki beyinsel birikimleriyle, yeniden bütünleşebilme özgürlüklerinin ortamı yaratıldı...
Eski Ege, Akdeniz ve Adriyatik uygarlıklarının gerek "düşünce", gerek "matematik ve fizik", gerek "heykel, mimari ve tiyatro" alanlarındaki görkemli düzeyleri; tüm insanlığı bir bütün içinde görmeye dönük "hümanist" bir akım yarattı...
Küçük Asya Türkler'i ise sade İslam'dan öncesini yok saymakla yetinmediler, Hıristiyanlık aleminde meydana gelen değişimlere de boşverdiler. Bunun sonucu olarak da, köylülüğü gerilerde bırakmaya başlayan üretim teknolojilerindeki yeniliklerin de dışında kaldılar.
Şimdi çok aşamalı bir döneme daha geçiliyor; globalleşme sürecine... İşçi sınıfına dayalı üretimlerin, teknolojideki büyük aşamalarla tarihe gömülme arifesine gelmesi; saydam global bir sermayenin de tüm Dünya'yı sarmalayarak; 5 milyarlık yoksul insan yığınlarını, durmadan artan üretimleri emebilecek bir düzeye getirmesi zorunluğunu yaratıyor. Onun için de halk yığınlarını yeterince zenginleştirememiş olan "ulus-devlet" modeli aşılıyor. Avrupa vatandaşlığından, dünya vatandaşlığına doğru ufuklar genişliyor. Buna "monist" felsefede, "non-antagonist" dönem denir. Yani sınıflar çatışmasının bittiği dönem...
Türkiye bugün de bu değişimin motorunu tam algılayabilmiş değil. Köylülüğü ve mesleksizliği aşamadığı için algılayabilmiş değil; çağdaş bir ekonomiyle çağdaş bir hukuk düzeni yaratamadığı ve militarizmde profesyonel bir yapılanmaya geçemediği için algılayabilmiş değil...
Oysa Küçük Asya, hem Avrasya'nın, hem 200 milyonluk Akdeniz Müslümanlığının merkez ve kavşak platformu...
Yüksek tüketimli ılıman bir İslam profiliyle, her türlü inanca hümanist yaklaşımlı bir model oluşturması gerek..
Böyle bir sentezi oluşturacak iç dinamikler, maalesef bir hayli cılız görünüyor.
O nedenle de, "Türkiye, sadece Türkler'e bırakılamayacak kadar önemli bir ülke" saptaması yeniden cilalanıyor.
Ve usul usul iç yağma ve talan furyalarının suçluları, ekranlara taşınıyor.
Ben buranın egemeniyim; dilediğimi zengin eder, dilediğimi asar keserim" türü oligarşik bir bağımsızlık anlayışına artık olanak kalmamış gibi görünüyor...
Dış dinamikler, Küçük Asya'yı da globalleşme sürecinin içine almak zorundalar... Genç kuşaklar çok güzel günler görecek, enseyi karartmayın.
Not: Dünkü yazıda Hürrem Sultan'ın adını dalgınlıkla Kösem diye yazmışım. Kusura bakmayın lütfen.