Bilmem sizde de olur mu; bazen durup dururken vaktiyle tanımış olduğum bir insan gelir hatırıma. Yüzünün bütün hatları karşımda belirir, evvelce hiç de önem vermediğim binbir teferruat hafızamda teker teker canlanır. Farkında olmadan meğer ne kadar da dikkat etmişim, diye kendi kendime şaşarım.
Dün hiç sebep yokken, çoktan selviler altındaki aleme intikal etmiş olan uzak bir akrabayı hatırladım. Çocukluğumda sık sık dizlerine tırmandığım uzak bir akrabayı...
Uzun kamburumsu boyu, sessiz ve sünepeye yakın mütevekkil haliyle, kimsenin bilmediği bir dert bataklığının üzerinde; kurumuş, boynu bükük bir ağaç dalına benzerdi.
Bezginliği traş olmaya üşenmesinden de belliydi. Yüzünü daima beyazı çoğalmakta olan birkaç günlük bir sakal gölgelerdi. Evin ondan daha yaşlı ve daha söz sahibi olan erkekleri, politika tartışmaları yaparken; o bir kenarda, bitişik dizlerinin üzerinde ellerini kavuşturarak sakin sakin otururdu. Dalga mı geçerdi, uyuklar mıydı bilmiyorum; söze hiç karışmazdı. Yanağına sinek konsa, kış demeyi fuzuli addedecek kadar hayattan kopmuş gibiydi.
Hiçbir tepki göstermeyeceğinden emin olmanın rahatlığı ile gider gider ona sataşırdım. Gülümser, başımı okşarken gözlerinin içinde belli belirsiz bir ışık yanardı.
Karısı, kendisine nisbetle çok daha genç ve bilgiç görünüşlüydü. Eski terbiye ile yetişmiş olmasına rağmen, kimsenin bulunmadığı sıralarda kocasına:
- Aman mıymıntı sen de, dediğini birkaç defa duymuştum.
Çocukları yoktu. Yaşlı teyzeler, kabahatin erkekte olduğunu dudaklarını büzüp, başörtülü başlarını sallayarak ima ederler ve kendilerine daha yakın olan kadına acırlardı.
Bir seferinde bu uzak akrabanın, hiç de mutadı olmadığı şekilde babamla başbaşa dertleştiğine şahit olmuştum. Galiba kendisini de babam yerleştirmişti bir memuriyete..
- Bu evde kedi kadar itibarım yok benim, diyordu.
Sarı dişlerini göstererek acı acı gülüyordu.
Sigarayı bıraktıktan sonra durgunlaştığını söyleyenler vardı. Cin fikirli, bıçkın geçinen, aile indinde "Adam olmamış" bir başka akraba da:
- Haydi yahu, esrar çekiyor o, demişti.
İşittiğime göre gençliğinde pek öyle değilmiş. Kahverengi kalın kartpostallarda, subay elbisesiyle çekilmiş resimlerini görmüştüm. Kılıcını tutan, bıyıklı, tüvana bir adam...
Aside konmuş kemik gibi hayatın içinde nasıl da eriyip bu hale gelmişti..
Son zamanlarında pıspıslığı büsbütün artmıştı. Evin eski erkekleri yavaş yavaş çekilip gittikleri, karısı da bir hayli yaşlandığı halde, içine kapanıklığı iyice koyulaşmıştı. Tamamen beyazlaşan sakalı gene üç günlüktü. Gözlerinin mavisini de daha koyu mavi halkalar çevirmişti.
Son karşılamamızda beni görünce ayağa kalkmış, sanki vaktiyle onun dizlerine tırmanan çocuk ben değilmişim gibi:
- Beyefendi, diye hitap etmişti.
Büyüdükten sonra da yaşlı akrabalarda rastlanan samimi laubalilikten en ufak bir eser yoktu kendisinde... O, eskimiş, unutulmuş, küçücük bir emekli; ben de evli barklı bir adamdım. Sanki aramızda hiçbir bağ mevcut değildi; sanki daha evvel beni hiç görmemişti; sanki çocukluğumu, nasıl büyüdüğümü bilmiyordu. Kimbilir bunlardan bahsetmeyi dahi belki bir istismar zannediyordu kendince...
Şakalaşmak, ellerini öpmek istemiştim... Ama o kadar uzak duruyor, o kadar buzlu camların arkasından bakıyordu ki...
Sonra öldüğünü öğrendim. Arada sırada gidip çay içtiği bir kahve cemaati kaldırmış cenazesini.
Bilmem sizde de oluyor mu; dün durup dururken birden bu uzak akrabayı hatırladım işte. Son görüşümde ellerini içimden geldiği gibi öpememenin özlemi kıvrandı gönlümde...
Not: 37 yıl önce yazılmış bir yazı... "Milliyet" koleksiyonundan...