Ataşe Tarzan gibi uçtu
Bir davette, muhabir arkadaşlardan biri kafayı bulup bana sataştı. ABD'nin Basın Ataşesi Charles da uçarak bu arkadaşın üzerine çullanıp beni kurtardı. Ne diyeyim, işte dostluk..
USIS'E (Amerikan Basın ve Kültür Merkezi) yeni bir Amerika'lı Genel müdür atanmıştı. Bir resepsiyonla ileri gelen basın mensuplarına, akademi dünyasına ve iş adamlarına tanıştırılacaktı. Davet başladı. Herşey gayet iyi gidiyordu. Derken...
Bir ara gözüm Hürriyet muhabiri Vedii Erkal'a takıldı. Bir konukla münakaşa ediyordu. Sarhoştu. Yanına gidip sakinleştirmeye çalıştım. Bana önce hakaret sonra küfür etti. Ağırdan alıyordum. Beni itti ve "Git lan sen karışma," dedi. İşte ne olduysa o anda oldu.
Basın ataşesi Charles Waters, ciddi bir kavga çıkacağı ve benim dayak yiyeceğimi sanarak Vedii'nin üzerine Tarzan gibi uçtu. Sonra yere yatırıp yumruklamaya başladı. Vedii ne olduğunu anlamamış, şaşırıp kalmıştı. Amerikalı arkadaşım bana yardım ediyordu. İşte dostluk buna denir!
ÇİRKİN AMERİKALI
Kısa bir süre sonra, kavga Konsolosluk'un korumaları tarafından yatıştırıldı. Ama resepsiyonun da içine edilmişti. Charles Waters, Amerikan Başkonsolosluğu'nda bir Türk gazetecisi dövmüştü.
Olay yatıştırılıp sakinleştikten sonra, Charles'ın resepsiyona gelmeden önce aşırı alkollü olduğu anlaşılmıştı.
Aradan iki ay geçmemişti ki, Charles Waters, bu defa resmi bir ziyaret yapmak üzere Ankara'dan İstanbul'a gelen Amerikan Büyükelçisi'nin, Yeşilköy Havalanı'nda resmini çekmek isteyen bir Türk fotoğrafçısının kıçına tekme atıyordu. Görev başındaki zavallı foto muhabiri, Büyükelçi'nin hava alanında resmini çekmenin, güvenlik nedeniyle yasak olduğunu ne bilsin? Ancak Charles bu kez basının elinden kurtulamamış ve ertesi sabah tüm gazetelerin birinci sayfalarında boy boy fotoğrafları şu başlıkla çıktmıştı: "Çirkin Amerikalı!" Bu olaylardan sonra Charles'ı seven kalmamıştı. Görev süresi bitmeden Washington'a alındı. Sonra Libya'ya atandı. Benzeri rezaletlerden sonra da emekliye sevkedildi.
USIS'DE İLK GÜNLERİM
Dizimize, eğlenceli bir 40 yıl vaadiyle başladık ama nahoş olaylar da olmuyor değildi. USIS'e girdiğim yıllarda Türk-Amerikan ilişkileri pek parlak değildi. Örneğin USIS'de çalışan personel, bir sabah binanın önünde düzenlenen protesto mitingleriyle irkildiler.
Yaklaşık yüze yakın, çoğu öğrenci olan bir gençlik gurubu, Amerika aleyhine sloganlar atıyor, İstiklal Caddesi'nin tam göbeğinde bulunan USIS'e bir Türk bayrağı çekilmesini istiyor, yoksa binanın taşlanacağını söylüyordu.
USIS'deki Türk ve Amerika'lı yöneticiler bir türlü karar veremiyorlardı. Basın ve Kültür Ataşeleri Türk bayrağının göndere çekilmesini ve topluluk dağıldıktan sonra bayrağın indirilmesini öneriyorlardı. Genel Müdür bu öneriye karşı çıkıyor ve bir Amerikan resmi kuruluşunda Amerikan bayrağının yerine Türk bayrağının çekilmesinin Amerikan kanunlarına aykırı olduğunu hatırlatıyordu.
Tartışma sürerken herkesi şaşırtan bir olay oldu. Göstericiler arasından sırım gibi bir genç USIS binasının dördüncü katına tırmanıyor, balkondan içeri giriyor, yöneticileri başıyla selamladıktan sonra koynundaki Türk bayrağını çıkarıp göndere doğru yürüyordu. Herkesin bakışları arasında gönderden Amerikan bayrağını indiriyor ve onun yerine yavaş yavaş Türk bayrağını çekiyordu.
BAYRAK KRİZİ
Türk bayrağı göndere çekilirken sokaktaki yüz kadar genç İstiklal Marşı'nı söylüyordu. Daha sonra, bayrağı çeken genç, geldiği yerden aşağı inip arkadaşlarının arasına katılıyordu. Protestocu gençler, kısa bir süre sonra USIS'in önünden ayrılıyor ve Taksim istikametine doğru marşlar söyleyerek yürüyorlardı. Türk ve Amerika'lı yöneticilerin bayrağın çekilip çekilmemesini tartıştıkları bir sırada, bu Türk genci, sorunu çözmüştü bile.
Aslında USIS Müdürü'nün, başka bir bayrağın resmi bir Amerikan kuruluşuna çekilmemesi konusundaki kararı doğruydu. ABD kanunları böyleydi. Basın ve kültür ataşelerinin bayrak asılsın görüşü ise yanlıştı. Ancak onlar yıllardır buradaydı. Artık Türk gibi hareket ediyor, Türk gibi düşünüyorlardı. Bu nedenle, Türkiye'deki bir Amerikan kuruluşuna, resmi olsun veya olmasın, Türk bayrağının çekilmesini fazla umursamıyorlardı.
İstanbul'da aşk
BASIN ataşesi Darryl Penner yakışıklı, enerjik ve sevimli bir adamdı. Fransız asıllı eşi Michelle ve kızı Mickey ile yaşıyordu. Önceleri her şey iyi gidiyordu.
Taa ki bir Türk kızına aşık oluncaya kadar... Hem de kime? Penner'ı hiç sevmeyen USIS Genel Müdürü'nün sekreteri Sema'ya!
DEDİKODULAR
Artık öğle yemeklerinde birlikteydiler. Akşam Darryl, Sema'yı Moda'daki evine götürüyor, bir süre kalıp ailesine dönüyordu. Darryl'in ısrarıyl ben de onlara taklıyordum.
Peki ya Sema kimdi? Kısa boylu, güzel vücutlu, güzel yüzlü şipşirin bir kızdı. İşinde başarılı, çalışkan ve sorumluluklarını iyi bilirdi. Eşinden boşanmıştı, 12 yaşında bir kızı vardı.
Derryl kararlıydı. Boşanacak ve Sema'yla evlenecekti.
Gerçekten de eşini ve kızını ABD'ye gönderdi. Boşandı. Konsolosluk ve USIS'deki Amerikan kolonisi homurdanadursun evlenme işlemleri sürüyordu.
Bu arada beklenmedik bir olay oldu. Sema tüberkülozdu. Hastalık iki aşığı yıldırmadı. Darryl, her akşam iş çıkışı Sema'ya, sadece Amerikalılar'ın alışveriş edebildikleri AFEXS'den ve Türk marketlerinden yemekler taşıyordu. Sema kısa sürede hastalığı yendi. İyileştikten iki hafta sonra da iki aşık evlendiler.
Darryl'in şahidi, Hürriyet gazetesinden Doğan Koloğlu, Sema'nın şahidi ise büyük besteci Münir Nurettin Selçuk'un kızı olan Meral Selçuk'tu. Nikahta benden başka bir tek Sema'nın annesi vardı. Sema ve annesi mutluluktan uçuyorlardı.
Öteden beri bu evliliğe karşı olan Türk ve Amerikalı personel artık susmuştu. Aşıklar evlenmiş ve yuvalarını kurmuşlardı. Sema işinden istifa etmiş ve bir ev kadını olmuştu.
Darryl Penner iş olarak başarılı bir dönem geçirdi İstanbul'da. Peki acaba aynı şeyi sosyal konularda söyleyebilir miydik? Kuşkuluyum! Bertan Saracoğlu
|