Çadırkentte çocuklar ellerini uzatıyor ve Amerika Birleşik Devletleri Başkanı'na dokunmaya çalışıyorlardı.
Bir yandan da çığlık çığlığa bağırıyorlardı:
"Clinton amca, Clinton amca!.."
Clinton amca da onlara gülücükler dağıtıyor, ellerini tutuyordu.
Biz Clinton'ı çok sevdik, Clinton da bizi...
Hele kadınlar...
Ona sarılıp öpmek isteyenler gırlaydı.
Ama o yalnızca bir bebeği öptü...
Belki de hepimizin yerine...
Hepimizin adına...
Peki, "bayram değil, seyran değil Clinton amca bizi niye öptü?"
Türkiye ile Amerika ilişkileri, uzun ve zaman zaman da karşılıksız bir aşk hikayesidir aslında..
Bizim onu çok sevdiğimiz zamanlarda o bizi fazlaca ırgalamamış; onun bizi sevdiği zamanlarda ise biz ondan "nefret" etmişizdir...
Clinton, Türkiye'ye gelen üçüncü Amerikan başkanı...
İlişkilerin seyrine de bu üç ziyaret kilometre taşı alınarak bakılabilir pekala...
1950'lerin sonunda Ankara'ya Menderes'in (Başbakan Menderes'in) resmi davetlisi olarak gelen Başkan Eisonhover (General Ike), bindirilmiş kıtalarla karşılanmıştı başkentte...
Halkın heyecanlandığı filan yoktu bu ziyarette..
Ama, Menderes'in; Demokrat Parti taşra teşkilatlarına verdiği talimatla Ankara'ya toplanan yurttaşlar, yol kenarlarına dizilerek karşılamıştı Ike'ı...
Cumhuriyet Bayramı takları caddelere kurulmuş; üzerlerine dev posterleri asılmıştı iki liderin.. (Yani Başkan Eisonhover'la Başbakan Menderes'in...)
Özetle, Türk halkının büyük çoğunluğu açısından "zoraki nikah"tı o yıllarda Türk-Amerikan dostluğu...
Sonra; Eisonhover gitti, gencecik bir başkan geldi Amerika'nın başına..
John F. Kennedy...
Tıpkı Clinton gibi; karizmatik, yakışıklı, biraz da çapkındı.. Ama hepsinden önemlisi Amerika'yı yeniden ayağa kaldırmıştı; dünyanın dikkatlerini yeni kıtaya çevirmişti... Tıpkı Clinton gibi..
Ve, Türkiye yaşlı generalden sonra gelen bu genç adamı sevmişti.. Tıpkı Clinton gibi..
Üstelik; öyle her akşam Kennedy'yi görebileceği televizyon ekranları filan da yoktu.
Ama nasıl olmuşsa olmuş, köy kahvelerinde bile duvarlara Atatürk'le Kennedy'nin resimleri yanyana asılır olmuştu.
Ne var ki; karşılıksız aşktı bu da...
1962'de Küba'yla yaşanan "Ekim füzeleri" krizi dışında, ilişkiler "şekerrenk"ti..
Johnson mektubu, şekerin tadını iyice kaçırdı. Amerika'ya göre, her dediğini yapan, çantada keklik bir müttefikti Türkiye... Yılların İsmet Paşa'sını isyan ettiriyordu bu tavır: "Yeni bir dünya kurulur" diyen ilk lider oydu...
İşler sonradan değişti...
"Keklik"in değeri artmaya başladı...
Ancak, işe bakın ki; aynı sıralarda, yani altmışların sonrasında "düz ovada vurulmayı" istemeyenlerin sayısı da artmaya başladı.
68'li yıllardı...
Sağdan sola, "Yankee Go Home" diyenler çoğaldı.. Sesler yükselse de "Yankee" hiçbir yere gitmedi, tabii
Tersine; "üsler, tesisler" çoğaldı.
1974'e gelindiğinde, karşılıksız "aşk ve nefret" ilişkisi ilk kez "karşılıklı" duygulara dönüştü...
Yani, iki taraf ta birbirini sevmiyordu.
ABD, Kıbrıs'a çıktığı için Türkiye'ye ambargo uyguluyor; Başbakan Ecevit de "gölge etme başka ihsan istemez" diye bağırıyordu.
Bir zamanlar çok "Amerikancı" olmakla suçlanan Demirel bile, rivayet odur ki; Londra'da, Başkan Jimmy Carter'in karşısında, masaya yumruğunu vuruyordu...
Sonra seksenli ve Özal'lı yıllar geldi...
Amerika'nın Türkiye'yi ne kadar sevdiği şüpheliydi.
Ama, Türkiye'de bir kesimin Amerika'ya aşkı giderek artıyordu.
Ve, 90'lı yıllarla birlikte Körfez Savaşı da gelip çatıyordu.
Amerika'yı çok sevenler, "bir koyup üç almak" beklentisiyle Washington'a çiçekler atıyordu.
Türkiye "üç"ün hiçbirini alamıyordu ama; ülkemizi ziyaret eden ikinci Amerikan Başkanı olan George Bush; kuru bir teşekkür bırakarak ayrılıyordu Dolmabahçe Sarayı'ndan...
Kuru teşekkürün, Türkiye'de gördüğü ilgi de "kuru" bir sevgiydi elbette...
Elbette, uluslararası ilişkilerde, sevgi ya da aşk sözcüklerinin karşısında "çıkar" vardı.
Sevgilerimiz ilk kez buluşmuştu.
Çünkü çıkarlarımız uyuşmuştu.
Türkiye'nin 90'larda üç temel hedefi vardı.
Bir... Gelişmesini köstekleyen PKK terörünü bitirmek.
İki... Avrupa Birliği'nin kapısını aralamak.
Üç... Bakü-Ceyhan Boru Hattı'nı hayata geçirmek.
Her üçünde Amerika'nın da çıkarları vardı. Dolayısıyla desteği de...
ABD'nin Suriye-İsrail-Irak üçgenindeki Ortadoğu politikasında Apo'nun tasfiyesi gerekiyordu.
İran-Afganistan kaynaklı siyasal İslam yayılması karşısında, Türkiye'nin "Demokrasi ve insan hakları" temelinde Avrupa'ya (Batı alemine) eklemlenmesi gerekiyordu.
Kafkas politikasında; Bakü-Ceyhan boru hattı, temel ekseni oluşturuyordu.
Daha ne istiyorduk ki.
Clinton bizi öptü, biz de Clinton'ı...