Bolu'nun güvenliği, Avrupa'nın güvenliği...
12 Kasım depreminden önce, Bolu yakın tarihteki en yıkıcı felaketi 1944 yılında yaşadı. Bölge gene 7.2 şiddetindeki depremin ateş çemberinden geçti ve dörtbinaltıyüz insanını kaybetti. "Vatandaşına hizmet için varolan bir devlet" yapılanması yerleşmiş olsaydı, daha sonraki depremlerin "burun bile kanatmaması" beklenirdi. Halbuki hiç de öyle olmadı. 1957'de deprem kapıyı gene çaldı ve Azrail gene can aldı.
Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı'nın dün sona eren zirvesi öncesinde Düzce'de meydana gelen deprem, Bolu'nun fay hattı bölgesinde olmasının çok uzun zamandır bilinmesine rağmen hiç de "güven" içinde olmadığını bir kez daha gösterdi.
***
Türk halkının devletin görev alanları içindeki konularda "emniyetli" bir ortamdan çok uzakta yaşadığını 16 Kasım tarihli Radikal gazetesindeki Ali Kemal Erdem'in "Kamu Binaları Çürük" başlıklı haberi bir kez daha şöyle tespit etmekteydi:
"Düzce'de, en fazla hasar gören yapılar arasında kamu binaları bulunuyor. Yetkililer, vatandaşlara sürekli imar yasalarına uymaları ve binalarını kuvvetlendirme çağrıları yaparken, kamu binalarının depremde ilk yıkılanlar arasında yer alması gözlerden kaçmıyor. Binaların yaklaşık yüzde 70'inin son depremde yıkıldığı Düzce'de, Belediye Başkan Yardımcısı Haydar Kuşçu'ya göre 'hasarsız kamu binası yok.'"
Belli ki "müteahhit-bürokrat-siyasetçi" mafyası vatandaşa ağır basmaya devam etmekte...
***
Avrupa ülkeleri arasındaki "işbirliğini" ve "güveni" daha da ileri bir noktaya taşımak için toplanmış olan AGİT nedeniyle Türkiye'yi ziyaret eden ABD Başkanı Bill Clinton "halkı ile barışık ve ona güven veren yeni bir devlet anlayışı" için mesajlar verip duruyor.
Okula gidilen yılların topluma eşit bölünmesi halinde herkesin ilkokul dördüncü sınıftan "terk" sayıldığı bir ülkeyiz.
Buna rağmen Türkiye en fazla "yazar ve gazeteci" hapseden ülke.
Clinton bu garipliğin altını çok kibarca şöyle çizmekteydi:
"Sorunlu yüzyılımızdan aldığımız ders odur ki; yazarlar ve gazeteciler özgürce düşüncelerini ifade ettiklerinde sadece temel haklarından birini kullanmakla kalmayıp ekonomik kalkınma için önemli olan fikir alışverişini de körüklemektedirler. Böylelikle barış korunur. İnsanlardaki normal olan farklılıklardan söz etmenin barışçı yollarını sağladıkça barış sürdürülebilir. İnsanlar kültürlerini ve inançlarını başkalarının haklarına engel olmadan sürdürebildikleri sürece, ılımlılar aşırı uç haline gelmez."
50 YIL ÖNCE
Clinton Meclis'te yaptığı gene aynı nazik konuşmada Türkiye'nin 50 yıl önce imzaladığı İnsan Hakları Evrensel Bildirisi'nin hedeflerini yakalayabilmek için daha yapacağı çok şey olduğunu da vurgulamadan edemiyordu:
"Türkiye'deki Kürt vatandaşların doğuştan hakları olan normal bir hayat yakalayabilmeleri için yollar açılıyor. Fakat, ülkelerimizin ilk kez yakın temas kurduğu 50 sene öncesinde bahsedilen İnsan Hakları Evrensel Bildirisi'nin söz verdiklerini yakalayabilmek için daha yapılacak çok şeyler var. Bu ilerleme yeni yüzyıla girerken Türkiye'nin inancının ve başarısının en büyük göstergesi olacaktır."
Nitekim, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel de "Türkiye'de işkence vardır" diyerek, elli yıl önceki bildirgenin ruhundan hâlâ ne kadar uzakta olduğumuzu Ankara açısından teyit ediyordu.
***
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, Birleşmiş Milletler tarafından 10 Aralık 1948 tarihinde kabul edildi. Bildirge altı sosyalist ülke ile Suudi Arabistan ve o zaman ırkçı bir politika uygulayan Güney Afrika dışındaki ülke oylarıyla kabul edildi.
Bildiri yalnızca demokratik anayasalarda tanınan temel medeni ve siyasal hakları değil, ekonomik, toplumsal ve kültürel olarak nitelenen hakları da genel tanımlarla belirlemekteydi.
Bildirgenin başlangıç bölümünde yaşama, özgürlük ve kişi güvenliği gibi hakların yanı sıra keyfi tutuklama, hapis ya da sürgünden korunma, bağımsız ve tarafsız mahkemelerde adil ve kamuya açık biçimde yargılanma hakkı ile düşünce, vicdan, din, toplanma ve örgütlenme özgürlükleri de yer alıyor.
Bildirinin, zamanına göre getirdiği yenilikler arasında, sosyal güvenlik hakkı, çalışma hakkı, eğitim hakkı, toplumun kültürel yaşamına katılma hakkı ile sanatın ve bilimsel ilerlemenin ürünlerinden yararlanma hakkı sayılıyordu.
Bu tanıma uygun bir toplumdan hâlâ çok "uzakta" olmanın, günümüzden de "uzakta" olma anlamına geldiği çok açık değil mi?
***
Günümüz dünyası, belli ki Türkiye'yi, Ankara'ya rağmen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'ne uyumlu bir hedefe doğru götürmekte.
Türkiye'nin normalleşmesi arzulanıyor. Halkı ile kavga etmeyen, inanca, düşünceye ve topraklarındaki farklı etnik gruplara saygılı bir devlet hem içerde, hem de dışarda "güvenliğin" temel şartı sayılıyor.
Böylesi bir toplumda, fay hattının sarstığı bölgelerde öncelikle kamu binaları çökmüyor, insanlar ölmüyor, içerdeki etnik sorunlar iç savaş çizgisine gelen acılara neden olmuyor, din kültürün çok önemli bir özelliği olarak kabul edilip, yaşamdaki yerini aldığı için siyasal sömürüye alet edilemiyor. Halk özgürleşiyor, özgürleştiği için de zenginleşiyor.
TÜRKİYE'NİN ÖNEMİ
Bill Clinton'un Georgetown Üniversitesi'nde ilk işaretini verdiği, daha sonra TBMM'de pekiştirdiği konuşmalarında, neyi amaçladığını, onunla birlikte Türkiye'ye gelen Ulusal Güvenlik Başdanışmanı Sandy Berger daha da açık bir şekilde şöyle vurguluyor:
"Türkiye'nin Amerika ile ilişkisi Soğuk Savaş sırasında olduğundan daha önemli. Türkiye, coğrafya, nüfus, dini çeşitlilik nedenleriyle 21. Yüzyıl'da ya bir köprü, Doğu ile Batı arasında, İslam Dünyası ile İslami olmayan dünya arasında bir demokratik istikrar köprüsü olacak veya komşularına ve bölgeye ilişkin bir istikrarsızlık, bir ihtilaf kaynağı olacak.
Başkan en başından itibaren, ilk döneminden beri bu ilişkinin son derece önemli olduğu kanısındadır. İşte bu yüzden, AB'nin Türkiye'ye tam üyelik için adaylık statüsü tanımasını -ki, muhtemelen gerçekleşecektir- kuvvetle desteklemiştir; çünkü Türkiye'nin sıkı biçimde Batı'ya demir atmasında ve şimdi 50-60 yıl geçmişi olan Türkiye'nin demokratik yolunun güçlendirilmesinde, Türkiye'nin bir ilerici, ılımlı, İslami-Müslüman modeli olmasından çıkarımız olduğunu düşünmektedir. Bu sebeple, Türkiye'nin bizim açımızdan temel bir önemi bulunduğu kanısındayım."
***
Cumhuriyet, Batı'nın "tüketim kalıplarını" örnek alıp, "üretim modelini" gözardı etti. Devlet, topluma benimsemediği bir yaşam biçimini dayattı.
Onca zamana rağmen hiçbir şekilde köklü bir "üretim biçimi" değişimi de yaşanmadığı için, devlet ile millet arasındaki zıtlaşma sona ermedi. Türkiye normalleşemedi. Demokratik ve üretken bir devlet yapılanmasında hiç de sorun olmayacak konular, aynen asrın başındaki gibi tartışılmaya ve konu olmaya devam ediyor.
Ne ki, dünya değişiyor. Sınırlar değil "insanlar"da çok önem kazanmakta... Sınırları bahane ederek, ulusal yönetimlerin insanlarını horlamasına artık müsaade edilmemekte.
Türkiye de bu dönüşüme istese de istemese de uyacak. Uymak zorunda. Ankara'ya rağmen umutlu bir yarın bizleri beklemekte...
Çünkü, yıllardır depremlerle hırpalanan Bolu'nun deprem güvenliğini ve oralardaki kamu binalarının dayanıklılığını sağlayamayan bir sistemin Avrupa Güvenliği'nde "sınırlar yerine insanları" öne çıkaran yeni bir yaklaşıma uyması mümkün değil...
Mümkün olsa, aynı teşkilatın 1990 yılında imzaladığı ve Türkiye'nin kabullendiği, çağımız demokrasi anlayışını da tanımlayan Paris Şartı'nın uygulanması halinde Türkiye'nin tüm sorunlarını çözerdi...
Ama devleti kutsayıp, vatandaşı tebaa sayan zihniyet Bolu'da insanımızın depreme karşı güvenliğini sağlamak için parmağını kıpırdatmadığı gibi, Paris Şartı'nı hayata geçirmek için de hiçbir şey yapmadı...