Tarihte hiç bir kent bu kadar ihtişama ve sefalete boğulmadı. Her dönemde hem çok zengin ve görkemli, hem de çok yoksul ve sefildi. Doğu Roma'nın, Bizans'ın ve Osmanlı'nın başkenti, her dönemde sarayların ardında yükselen yıkık-dökük yapıları, soyluların dışında kalan halkın çoğu zaman çektiği açlık ve lükse sanki tempo tutan fakirliğiyle tanındı.
Hoş, bütün büyük kentler öyleydi ya... Paris'in yoksulluğunu Hugo ve Zola'dan, Londra'nınkini Charles Dickens'den okuyup durmuyor muyuz ve bunlardan çekilen filmlerde izlemiyor muyuz?
Ama İstanbul, Osmanlı kültürünün eksik yanı sanat ve edebiyattan yoksun olduğu için, Hugo ve Dickens çapında romancılara konu olamadı. Onun geçmişteki yoksulluğunu Evliya Çelebi'den veya batılı yazar, seyyah ve gözlemcilerin notlarından tanıyoruz.
Ve bu kentin dilencilerini, aç köpeklerini, yıkık ve harap evlerini, yangınlarını ve vebalarını onlardan öğreniyoruz. Ya da geç kalmış bir Osmanlı tasvircisi olan Orhan Pamuk'tan... "Benim Adım Kırmızı" herşeyden çok ve öte bir İstanbul Kitabı değil mi?
Olay bugün de aynen sürüyor. İstanbul yine hem çok zengin, hem çok yoksul..
Koca ülkenin tüm zenginleri sanki burada toplanmış... En lüks yalılar, göz kamaştıran köşkler, Miami'deki evi, Fransa'daki şatoyu, Leman gölü kıyısındaki gölevini çoktan sollamış fiyatlara burada satılıp alınıyor.
En büyük partiler, en parlak mücevherler, en şık giysiler, en zengin mutfaklar, en hızlı diskolar, en yüksek vergiler ve en büyük vergi kaçakları hep burada...
Ama en büyük gecekondu semtleri, en çocuklu aileler, en işsiz babalar, en çirkin yapılar, en büyük toprak yağmaları ve doğa tahripleri de burada...
İstanbul'un eşsiz güzelliği, yüzyıllardır tükenmemiş bir iştahla yine yağmalanıyor, yine bilime ve uygarlığa aykırı yapılaşmalar gırla gidiyor, çağdaş kentleşmeyle hiç ilgisi olmayan çirkinlikler kente eklenip duruyor.
Ve görmüş-geçirmiş koca İstanbul bunlara da umursamazlıkla bakıyor. Neler, neler yaşamış metropol, sanki bu yeni usul yağmaya da aldırmıyor, omuz silkiyor. Bu da geçer yahu der gibi...
Evet, belki bu da geçer. Belki İstanbul yine kendini ele vermez, efsanevi güzelliğini teslim etmez, Boğaz'a takılmış bir eşsiz gerdanlık olmaktan asla vaz geçmez.
Ama halka yazık oluyor, insanlara yazık oluyor, birkaç kuşağa yazık oluyor. En iyi ihtimalle insanlık dışı koşullarda en küçük güzellik duygusundan nasibini almamış yeni insanlar yetiştiriyoruz.
En kötüsünde ise ilk depremde yıkılan, ilk kibrit alevinde yanan, her yağmurda su altında kalıp her fırtınada sallanan sözümona evlerde ve mahallelerde kitle halinde can veren insanlar...
Yazık değil mi ?