İkinci bir "Uğur Mumcu suikastı" ile karşı karşıyayız. Aynı tezgâh. Uğur Mumcu'nun öldürülmesinden kim hangi sonucu elde etmek istemişse, benzer bir sonuca yönelik bir suikast bu da... Yeni şartlarda, eski suikast...
İşin ilginç tarafı, tıpkı Uğur Mumcu suikastında olduğu gibi, tirajı ve ona paralel olarak toplum üzerinde etkisi sınırlı ama temsil ettiği misyon halâ Türk siyasi sisteminde etkili bir gazetenin köşe yazarı hedef olarak seçilmiş. Ahmet Taner Kışlalı, söz konusu bu gazetede, özellikle İslam” çevrelere yönelik ateşli kalemi ile dikkat çekiyordu. Tıpkı Uğur Mumcu'nun cenazesinin, resm” destek altında "anti-İslâm”" ve geniş çaplı bir kitle hareketine dönüştürülmesi gibi, bu suikastın sonunda da benzer çevrelere yönelik bir cadı kazanının fokurdatılacağını tahmin etmek zor olmaz.
28 Şubat sürecinin heryerinden delinip su aldığı bir sırada, bu süreci takviye etmeye niyetli çevrelerin bu suikastta parmağı bulunduğunu düşündürecek bir yığın sinyal var. Nasıl ki, Uğur Mumcu'nun siyas” hasımları olarak algılananların, o suikastla hiçbir ilişkilerinin olmadığı her geçen gün anlaşılmaya başlandığı gibi, bu suikast ile bu tür şiddet yöntemlerini hiç kullanmamış ve geleneklerinde buna yer olmayan çevrelerin bir ilgisi olabileceğini düşünmek imkânsız. Ama onların üzerinde şaibe yaratacak bir kampanyaya çeşitli televizyon yayınları aracılığıyla yer veriliyor bile...
Bu suikastın tarzından "komplocu profesyonelliği" buram buram kokuyor. Ve, buna rağmen, bu zokayı yutacak olan varsa, el insaf...
Türkiye'nin Avrupa Birliği vizesi almasına iki ay kala, o çok vurguladığımız "Kopenhag Kriterleri"ne taban tabana zıt fotoğraflar vermeye başladığı bir süreden beri dikkat çekiyordu. Bu suikast buna tuz biber ekti. Mütemadiyen "şeriat tehlikesi" ile yatırılıp kaldırılan, hatta "laik düşünürler"in sözde "İslam” teröre kurban gittiği" izlenimini doğuran; yani "İslam” terörün başladığı sinyallerini veren" ve buna karşı sertleşme ve hukuk dışına çıkma eğilimleri ortaya koyan bir rejimin bulunduğu bir ülkenin, AB'den "adaylık" statüsü bile elde edebileceği şüpheli değil mi?
Türkiye, Pakistan darbesi ile Helsinki Zirvesi arasındaki kavşakta duruyor. Helsinki Zirvesi'ne götürecek yol işaretleri mevcut. AB'ye "aday" statüsü kazandığı takdirde, kendisini "tam üyelik"e götürecek ve "Kopenhag kriterleri" adını taşıyan "yol haritası" da mevcut.
Mevcut olduğu ayan beyan ortada olan bir başka olgu ise, Pakistan'a özenen odaklar. Nasıl ki, Pakistan'ın darbeci lideri, Türkiye'den (27 Mayıs'ı ile, ve 12 Eylül'ü ile) ilham aldığını açık açık söylüyorsa; bizdekiler de açık açık söylemeden Pakistan'dan ilham alıyor ve karanlık kumpaslara giriyorlar. Bunları, 12 Mart ve 28 Şubat bile kesmiyor. Çünkü her ikisinde de, Parlamento açık kaldı. Parlamento'nun açık kalması, bir süre işbirliği yapabildiklerinin kendilerine karşı dönebilme potansiyelini barındırıyor.
12 Mart'ta Süleyman Demirel, kendisini devirenlerin kurdurduğu hükümete bakan vermişti. CHP'liler o hükümette yer almışlar ve güvenoyunu esirgememişlerdi. İki yıl sonra, o müdahaleye başkaldıran Bülent Ecevit, İsmet İnönü'yü devirerek CHP'yi iktidara taşımış; Süleyman Demirel ile Bülent Ecevit, Parlamento'da işbirliği yaparak 12 Mart sorumlularından birinin Cumhurbaşkanı seçilmesini önlemişlerdi. Bülent Ecevit bugün yine Başbakan; Süleyman Demirel, Cumhurbaşkanı ve 28 Şubat'a "darbeye mani olmak için katıldığını" yeni yeni ifşa eden Mesut Yılmaz, hükümet ortağı bir partinin genel başkanı. Darbeciler için, bu siyas” kompozisyon ve Parlamento'nun mevcudiyeti makbul değil.
Onlar için, 27 Mayıs veya 12 Eylül öncesindeki kan dökülmesi ve kaos gerekiyor. Böyle bir sürece girilmesi, darbeye götürmeyecek olsa bile Türkiye'ye Helsinki yollarını kapayabileceği için, amaç yerine gelmiş olacak.
Parlamento zeminindeki tüm güçlerin ve bu arada medya köşelerine yerleşmiş ve toplumu olumlu-olumsuz etkileme güçleri bulunanların artık gözlerini dört açmalarının ve kafalarını çalıştırmalarının zamanıdır...