İslamabad'la Brüksel arasında
Dünya haritasını açıp bakıyorum. İslamabad'la Brüksel birbirinden ne kadar da uzak...
Ve biz nasıl da ortadayız...
Şu anda İslamabad'da Butto'nun partisinin taraftarları sokağa dökülmüş bayram yapıyor. Bir yandan havai fişekler patlatıp bir yandan da "Şerif'i asın" diye sloganlar atıyorlar.
Babası darbeciler tarafından asılmış bir kadın, şimdi muhalifinin asılması için tempo tutmakta... Darbenin sevinciyle başını bile örtemeden koşturduğu televizyon kanallarında "bu darbenin demokrasinin öldüğü değil, yeniden doğmaya başladığı bir gün olmasını dileyen" konuşmalar yapıyor. Aynı saatlerde, Brüksel'de toplanan Avrupa Birliği Komisyonu, elindeki Kopenhag ölçütlerini sallayarak, bizi "aile"den biri olmaya çağırıyor.
Biz ise, İslamabad'la Brüksel arası yolun ortalarında bir yerlerde, şaşkın, gergin ne yapacağını bilmez bir halde sallanıp duruyoruz...
***
İslamabad'da olan bitenler nasıl da aşina! Onlara baktıkça biraz geriden kendimize bakmış gibi oluyoruz. Kendi gerçeklerimizle biraz abartılı bir biçimde yüz yüze geliyoruz sanki. Onları anlıyoruz, tanıyoruz, seviyoruz. Ama onlara değil, Brüksel'dekilere imreniyoruz. İslamabad aşmak istediğimiz, Brüksel ulaşmak istediğimiz şeyleri simgeliyor.
İslamabad'da politikaya rengini, dokusunu, kokusunu veren aşiret ilişkileri hiç yabancımız değil. Yıllar var ki onlardan kurtulmak istiyoruz ama her sıkıştığımızda o küflü ilişkilerden medet ummaktan vazgeçemiyoruz.
İslamabad'da kurulan vurguncu müteahhit-kirli siyasetçi koalisyonunu yakından tanıyoruz. "Temiz siyaset" için silkinmeye çalışıyoruz ama bir türlü üstümüzdeki pislikleri atıp kurtulamıyoruz.
Onların yıllardır kurtulamadıkları etnik-dinsel çatışmaları ibretle izliyor, ama ayrılıkçılığın panzehiri olan demokrasi ilacını içmeye bir türlü cesaret edemiyoruz.
Bugün İslamabad'da yaşanan darbe sonrası sessizliğini de, sokaklara dökülen muhalefetin sevincini de anlıyoruz. Politika, talan ve vurgunculuğun batağına battıkça toplumda yükselen "kurtarıcı bekleme" psikolojisini çok iyi tanıyoruz. Ve bir toplum "kurtarıcı" beklediği sürece, birilerinin mutlaka kurtarıcı misyonuyla harekete geçeceğini kendi tarihi tecrübelerimizle biliyoruz.
Ama bir türlü kurtarıcı beklemekten vazgeçemiyoruz. Brüksel'in bizden beklediği gibi "kendini kendisinin kurtarıcısı olarak gören bir toplum" haline gelemiyoruz.
O yüzden de bir türlü Brüksel'le kucaklaşamıyoruz.
***
Yüzümüz Brüksel'e dönük, ama bir şeyler bizi eteğimizden İslamabad'a doğru çekiştiriyor.
Bir taraftan tarihimizde ilk defa, "İnsan Hakları Zirvesi" yapıyor, bir taraftan genç bir kadının en temel insan hakkını ayaklar altın alıp "gavur eziyeti"ne devam ediyoruz.
İnsan Haklarından Sorumlu Devlet Bakanımız İrtemçelik, sorunlarımızla açıkyüreklilikle yüzleşmek üzere, sağcı, solcu, dinci bilinen bütün insan hakları örgütlerini bir araya getirip "farklılıklarımızdan korkmadan, farklılıklarımızla korkutmadan cumhuriyetimizi eksiksiz bir demokrasiyle taçlandırarak huzur bulacağımızı" söylüyor. Ama aynı gün, tek suçu başı bağlıyken milletvekili seçilmek olan bir genç kadının, Meclis'ten atıldığı, vatandaşlıktan atıldığı yetmiyormuş gibi, bir de yurtdışına çıkışı yasaklanıyor.
Farklılıklarımızdan ödümüz koptuğu için bir türlü huzur bulamıyor. İslamabad'la Brüksel arasında salınıp duruyoruz...
***
12 Ekim darbesinden bu yana İslamabad Brüksel'den daha da uzak.
Muhalefet liderleri, rakiplerinin askeri darbeyle yıkılmasını "demokrasinin doğuşu" olarak alkışladıkları sürece de bu uzaklık azalmayacak, artacak.
Biz ise, önümüzdeki iki-üç yıl içinde kararımızı vereceğiz; Brüksel'e doğru mu gidiyoruz; yoksa İslamabad'a doğru mu?