|
NEBİL ÖZGENTÜRK(nebilo@sabah.com.tr
)
|
Devlet(!) Tiyatroları..
Evet, evet, Devlet Tiyatroları, yine yıllık mutad fokurdamasını yaşıyor... Biliyorum, bu meseleye çok ilgili olan da var ilgisiz de ama her yıl birkaç ay sürüp gider böyle şeyler aldırmayın, üzülmeyin..
Nasılsa tiyatroseverler de alıştı, "tiyatro camiası" da...
Şimdi, Devlet Tiyatroları, fokurdamaya devam etsin(umarım en kısa zamanda biter) sizinle yarım asır öncesine (Devlet Tiyatrosu'nun kuruluş yıllarına) doğru bir yolculuk yapalım ve şu ahir dünyada Devlet Tiyatroları neler görmüş neler geçirmiş bir hatırlayalım isterseniz...(Bu arada Aktüel Dergisi'nde Can Dündar'ın "fokurdamaya" ilişkin nefis bir yazısı var, kaçırmayın.)
Evet, merak etmeyin bu eski görülmüş geçirilmiş günlere ilişkin satırları okurken hiç sıkılmayacaksınız; inanın hem eğlenecek hem şaşıracaksınız..
Ama, önce kaynağımızı belirtelim..
Adı, Fikret Tartan.. Geçen ay "Devlet Tiyatroları 50 yaşında" isimli kitabı yayınlandı.. (EGSBANK Yayınları)
Bir tiyatro ustası.. 40 yıllık Devlet Tiyatrosu sanatçısı..
Daha önce de "Altmışında Bir Taze" adında üç cilt olarak Devlet Tiyatrosu tarihini içeren kitap yazdı.. Yani kaynak oldukça sağlam..
Önceki hükümetin Çalışma Bakanı, DSP İzmir Milletvekili sevgili dostum(çocukluk arkadaşım) Hakan Tartan'ın da babası.. Zaten Fikret ağabeyle yıllarca "N'olacak bu Devlet Tiyatrosu'nun hali" der dururduk.. Daha önce bizlere bir hatıra olarak anlattıklarını kitaba dönüştürmesine çok sevindim..
***
Fikret Bey'in kitabının ilk satırlarında görüyoruz ki, Türkiye'de Devlet Tiyatrosu fikri, biraz da Şah Rıza Pehlevi'nin ülkemizi ziyaretinin hemen ardından ortaya atılıyor.. Yani "Devlet"in bir "tiyatrosu" ya da "konservatuarı" olmasının müsebbibi "şahlar şahı" Pehlevi'ymiş meğer!..
Olay şu... 1930'lu yıllarda Ankara'yı ziyaret eden İran Şahı Rıza Pehlevi'nin onuruna (kendimizi sanatkâr, kadirşinas ve misafirperver bir millet olarak göstermek için) Halkevi'nde bir opera gösterisi sunulmak istenir. Ancak bazı "heveslilerin" oynadığı bu opera taslağı(!) tam anlamıyla hüsranla sonuçlanır. Hani vardır ya, caz yapayım derken saz yapılır, işte durum aynen böyledir.. Opera, temsil hak getire.. Devlet ricali için "acı bir ders" olur bu. "Rical", şöyle bir silkinir, musiki ve tiyatro sanatlarının kaynağına el atıp, ilk iş olarak, konservatuar ardında da "Devlet Tiyatrosu" kurmaya karar verir..
***
Ve bir süre sonra kurulur Devlet Tiyatrosu'na uzanacak konservatuar.. Bunun için Almanya'dan mühim hocalar getirtilir..
En mühimi de Carl Ebert'tir.. Yani herşeyin başı Carl Ebert'tir artık. Öğretecek, yetiştirecek ve Devlet sahneleri, Türk aktörlerle dolup taşacaktır. Ama gelin görün ki bir başka hoca Muhsin Ertuğrul karşı çıkacaktır bu işe, hem de zehir zemberek bir açık mektup yayınlayarak;
"Ebert, konservatuarı lüzumsuz bir takım mütehassıs denilen adamlarla doldurdu. Buna isyan ediyorum. Türk tiyatro mektebine Türk okutucular lazımdır. Ve bu adamların hiçbir işe yaramayacaklarını iddia ediyor ve çekiliyorum.."
Ertuğrul, bir başka mektubunda da şunları yazar;
"Bütün ısrarlarıma rağmen, Ankara'da, Raşit Rıza, Ercüment Behzat gibi Türk sanatkarlar varken, aynı değerde olmayan, ecnebi sinekürlere paravanlık etmeyeceğimi söyleyerek pek sevdiğim o müesseseden ayrıldım. Türk tiyatrosu kurmak. Bu da ne demek? Bunu kim yapacakmış? Bu şimdiye kadar yok mu imiş? Bununla kime hürmetsizlik ediyorlar bilir misiniz? Ne bana, ne arkadaşlarıma, ne tiyatroya. Bununla, ömürlerini Türk tiyatrosunu bu hale getirmek için her sefalete katlanarak can vermiş yüzlerce tiyatro şehitlerine... Piç olmayan, kanına bozukluk karışmayan hiçbir adam tasavvur etmiyorum ki, Türk tiyatrosunu kurmak şerefini bir ecnebiye vermeye kalksın. O şerefin çelengi bir ecnebi başında değil, Türk mezarlığında ve sanat şehitlerinin tabutunda..."
***
Evet, aradan yıllar geçecek, Devlet Tiyatrosu kurulacak ve Muhsin Ertuğrul da görev alacaktır. Ve Ankara'da Küçük Sahne'nin açılışı sırasında ilginç bir olay yaşanacaktır. Muhsin Ertuğrul, o gün, sanatçıları toplar ve şunları söyler: "Tiyatro bitti, temizleyecek paramız yok, biz temizleyelim."
Bu çağrıya herkes uyar, müstahdemi, dekorcusu, teknik elemanları, sanatçılarıyla tiyatronun bütün çalışanları.. Ertuğrul, hatıratında bu olayı şöyle özetler;
"Küçük Sahne, bütün sanatkârların son dakikaya kadar, yalnız sahneye oyuncu değil, ayrıca salonda bir işçi gibi bütün güçleri ile çalışmaları sayesinde açılabilmişti."
***
Peki, Anadolu şehirlerinde, kasabalarında tiyatro ne durumdaydı?
Bu konuyla ilişkin Tartan, bence inanılmaz bir öykü aktarıyor kitabında, filmlere konu olacak bir öykü hem de...
"Batı Anadolu'nun bir kasabasında, Asliye Hukuk Mahkemesinde bir dava açılmış. Dava mevzuu şu: Birkaç sene önce karısından boşanmış bir adamcağız, boşanma tarihinden beri sabık karısının yanında kalan kızının kendisine verilmesini istiyor. Daha evvel boşanmaya karar veren mahkeme, çocuğun veliliğini annesine vermiş ve senelerdir onun yanında büyümüş yumurcak. Şimdi birden bire evlat aşkı nereden geldi babaya diyeceksiniz. Ama babanın derdi büyük. Hem o kadar büyük ki bu uğurda varını yoğunu harcayabilir, yeter ki sevgili kızını kurtarsın. Yaaa... Adamcağızın biricik kızı heder oluyor, mahvoluyor. Bir baba da öz kızının pespaye olduğunu görür de nasıl durur? Annesi bu kızcağızı ne yapmış biliyor musunuz? Konservatuara vermiş, konservatuara. Hem de tiyatro şubesine. Neyse, mahkeme başlıyor. Deliller, ispatlar müdafaalar, taarruzlar birbirini kovalıyor ve anlaşılıyor ki artık bir genç kız olmaya başlayan çocuk, konservatuara verilmiş, baba da şerefini kurtarmak için evladını çekip almak istiyor. Almış mı yargıcı bir düşünce... Ne düşüncesi diyeceksiniz? Mesele mühim, davanın esasına tesir ediyor. Konservatuar hukuki tabiriyle 'Şeref ve haysiyete uygun bir yer midir, değil midir?' Yargıç, bir türlü bu işin içinden çıkamamış. Eh ne yapsın, usul var nizam var. Yazmış müzekkereyi, sormuş Milli Eğitim bakanlığına ne yapması gerektiği konusunda..."
***
Ya ücretler, her ne kadar şimdi "kuşa" çevrildiği bilinse de bir dönem gayet iyiymiş aktör ve aktristlerin maaşları, hatta "Devlet"in tepe noktalarında bile tartışılmış.. Nasıl mı?
Ali Naili Erdem, Milli Eğitim Bakanı, tiyatro ona bağlı. Birgün, maaşları konuşurken sorar: 'Sanatçılar ne kadar maaş alıyorlar?"
Yanıt; "2500 lira". Şaşırır; "Vay anasını" der. 'Mebustan bin lira fazla, ha...'
Evet, düşe kalka itile çıkıla, elli yılı deviren Devlet Tiyatroları, bu ve benzeri pek çok olaya "sahne" olduktan sonra geçen ay fokurdadı yine dediğimiz gibi.. Elli yıl sonra da (100.ncü yılı kutlanırken!) bir başka ciltte kaleme alınacaktır elbet!
Arzu Okay Özel Ödülü...
Gazetelerin renklendiği, siyah-beyaz TRT televizyonunun renkliye dönüşmek için çırpındığı yıllardı. Ama ne kırmızı noktalı programlar, ne uydu antenlerle tek göz odalı gecekondulara dalan RTL marka Tutti-Furitti görüntüler, ne de kuşe kağıda basılmış ve güzel bacaklı kadınların her an canlanacakmış gibi sereserpe pozlarının yayınlandığı erkek dergileri vardı o yıllarda. Ayrıca mega ve süpermarketler olmadığı için mahalle bakkallarında miki filmler de satılmıyordu henüz. Bu arada Mustafa Sandallar'ın Tarkanlar'ın, Rafet El Romanlar'ın, yani 1990'ların egemen gençliğinin bir ya da iki yaşında olduğu bir Türkiye'yi yaşıyorduk. O yıllarda birdenbire, İstanbul'un Alkazar, Ankara'nın Dilbazlar, Adana'nın da Aksaray sinema salonlarının vitrinine, "Beş Tavuk, Bir Horoz" "Civciv Çıkacak Kuş Çıkacak", Ayıkla Beni Hüsnü" gibi cinsellik çağrıştıran fimlerin afişleri asılmaya başlandı. Bol bol "girecek, çıkacak ve parçalayacak" diyaloglarının kullanıldığı bu tarz filmlerin afişlerinde dikkati çeken oyuncuların başında da Arzu Okay geliyordu. Arzu, iri göğüsleri sütbeyazı bacakları, masumiyet taşıyan güzel yüzüyle ve bol bol sevişmesiyle seks filmlerinin aranan "star"ı ve Anadolu işletmecilerinin çekimlerden önce oynayacağı film için para yatırdığı bir aktris olmuştu. 78 kuşağının "seks filmlerine düşkün" genç kesimi, Arzu'yla büyüyor "arzu" dolu bir biçimde dolaşıyor ve sinema salonlarından çıkıp bir kadını "arzu"luyordu.
Arzu Okay, 1978 yılında aniden görünmezliğe büründü. Zaten seks filmleri de artık cazibesini yitirmiş, üstelik oynatıldığı salonlara baskınlar düzenlenmeye başlanmıştı. Bir iki yıl sonra da "seks filmleri"nin sadece adı kalmıştı yadigar.
Arzu, sinema defterini çoktan kapatmış Paris'te iş kadını olmuştu..
***
Buraya kadar olanı, Bir Yudum İnsan'ın "Bir Yıldızın Dönüşü" bölümünü seyredenler biliyorlardır. Ama.. Sinema çevrelerince saygın bulunan "Orhan Murat Arıburnu Ödülleri" içine bir de "Arzu Okay Özel Ödülü" konduğunu bildiklerini sanmıyorum..
Ve Arzu Okay'ın kendi adına konan bu ödülü vermek üzere özel olarak Paris'ten geldiğini, usta yönetmen Tunç Başaran'ın "Arzu Okay Özel Ödülü" kazandığını, ancak ödülü almaya gelmediğini,(tesadüfen tören salonunda bulanan yönetmen Ümit Elçi'nin ödül plaketini almak zorunda kaldığını) Aralarında Aytaç Arman, ve Macit Koper'in de olduğu bir grup aktörün böyle bir ödül konmasına(Arzu Okay da kim oluyor dercesine) karşı olduğunu da..
Neyse sonuçta sessiz sedasız da olsa bence bu ülkenin çok değerli sanatçılarından biri olan Arzu Okay, geçen hafta İstanbul'a geldi ve adına konan ödülü verdi.. Sinema tarihçileri biliyorum ki bunu es geçmeyecek..
|
|
Copyright © 1999, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş. - Tüm hakları saklıdır
|