Bundan üç hafta önce adlarını pek az kişinin bildiği isimler, bugün, Türkiye'de ülke yöneticileriyle kıyaslanmayacak kadar itibarlı ve güvenilir. İşte Nasuh Mahruki. Onun şahsında AKUT, hiçbir çıkara bağlı olmadan ve beceriyle insanlara hizmet eden bir "milli kahramanlar topluluğu" ve "örnek" olarak algılanıyor.
Türkiye'de şu sıralarda, üstelik depremin arkaplanından da istifadeyle kıyasıya bir Cumhurbaşkanlığı yarışı başlamış vaziyette. Varsayalım ki, önümüzdeki yıl boşalması gereken Cumhurbaşkanlığı makamı için bugün seçim yapılsın ve Nasuh Mahruki de çıksın, aday olsun... Karşısında yarışacak siyasi adaylara nal toplatacağı kesin. Arkalarına aldıkları parti teşkilatları, onca zamandır pompaladıkları namuslu siyasetçi imajları, ihale ve rant dağıtımı ve koordinasyonuyla seferber edebilecekleri güçler bile para etmez.
Ya, Kandilli Rasathanesi Müdürü Prof.Dr.Ahmet Mete Işıkara'ya ne demeli? Çıkıyor bir özel televizyon kanalından halkı önlem olarak geceyi sokakta geçirmeye davet ediyor; milyonlarca İstanbullu, hasta, sakat, felçli, genç-yaşlı, çoluk-çocuk anında davete uyuyor. Ardından, sabaha karşı 02.00 dolaylarında "artık evlere dönülebilir" açıklamasını yapıyor; duyanlar tereddüt etmeden evinin yolunu tutuyor.
Herkes elini vicdanına koyup bir düşünsün; aynı çağrıyı Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel veya Başbakan Bülent Ecevit, veya devletin ne olduğu anlaşılamayan kapalı kutusu iken, depremde devlet adamı kumaşı taşımadığı kısa sürede ortaya çıkan Başbakan Yardımcısı Devlet Bahçeli veya hükümete partisini sokup, kendisini Cumhurbaşkanlığı yarışı için nadasa çeken eski başbakanlardan Mesut Yılmaz veya depremin başından beri adı pek sık duyulan Başbakanlık Kriz Masası yapsaydı, İstanbul halkı bu çağrıya -kendi can güvenliklerini ilgilendirmesine rağmen- uyar mıydı?
Cevabın "hayır" olacağının farkında olmayan var mı?
Nasuh Mahruki ve Ahmet Mete Işıkara isimlerinin, Ecevit, Bahçeli, Mesut Yılmaz ve hatta Süleyman Demirel isimlerinden daha fazla anlam taşımaya başlaması, Başbakanlık Kriz Masası türü organizasyonların altından hiç kalkamayacağı muazzam bir "meşruiyet krizi"ne işaret ediyor. Depremin yol açtığı müthiş bir gösterge. İşin ilginç tarafı, toplumun yeni, ulusal ve "sivil" kahramanları, hiç siyaset taraklarında bezi olmayan alçakgönüllü, işlerini iyi yapmaktan başka kaygı gütmeyen insanlar.
Bu isimlere yönelik saygı, itibar ve hayranlık; siyasi liderlerin dolayısıyla siyasi yapının "kamu vicdanı"nda iflâsının belgesi.
Bu yönde çok çarpıcı bir son işaret, "101 imzalı" ve gazetelerin neredeyse tümünde tam sayfa yayınlanan ilânlarla geldi. 16 Ağustos günü, biraraya gelmeleri hayal dahi edilemeyecek, son iki buçuk yılı adeta bir "ideolojik iç savaşın amansız hasımları" olarak geçirmiş olan nice örgüt, kuruluş, dernek, yurttaş girişimi, kimilerince "devlete sivil toplumun ihtarnamesi" diye tanımlanan son derece anlamlı bir metnin altında imzalarıyla buluştular.
Böyle bir durumda, bir siyaset sınıfı ne yapar? Toplumun beyin kıvrımlarındaki bu "derin fay kırıkları"nı farkeder; "zihniyet devrimi"nin "sismik ölçüsü"nü edinir ve itibar yenilemenin yollarını araştırır değil mi? Normali budur. Bizimkiler, depremde devletin (ve onu temsil eden hükümetin) sergilediği beceriksizlik ve kötü performans nedeniyle toplumun adalet duyguları ve otoriteye güveni zaten sarsılmışken, çıkıp bir toplumun "adalet duyguları" ve "toplum duyarlılığı"na hakaret niteliğinde bir af yasası çıkarttılar.
Cumhurbaşkanı'nın bunu veto etmiş olması, hükümetteki üçlünün böyle bir kepazeliğin altına yattığı gerçeğini ortadan kaldırmıyor.
Bu hükümetin şu anda somut bir alternatifi bulunmayabilir; ama bu hükümetin (yani onu oluşturan siyasi kabileler) Türkiye'nin geleceğinde yeri de kalmamıştır. Hükümet, artık "mazi"dir. 16 Ağustos'a aittir.
Türkiye'nin 17 Ağustos'tan sonra çizilen yeni "ruh” ve zihn” haritası"nı göremeyen hiçbir siyasi oluşum veya kişinin, Türkiye'nin geleceğinde yeri olmayacaktır.