kapat

21.08.1999
Anasayfa
Son Dakika
Haber İndeksi
Yazarlar
Günün İçinden
Politika
Ekonomi
Dünyadan
Spor
S u p e r o n l i n e
Magazin
banners
Siber Haber
L E I T Z
Sofra
Bizim City
Sizinkiler
Para Durumu
Hava Durumu
Bayan Sabah
İşte İnsan
Astroloji
Reklam
Sarı Sayfalar
Arşiv
Hazırlayanlar
Sabah Künye
E-Posta

1 N U M A R A
Z D N e t  Türkiye
A T V
M i c r o s o f t
Win-Turkce US-Ascii
© Copyright 1999
MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş.
Su, toprak ve hava ceset kokuyor
Melek kadın oğlunun cesedi kokuyor, Vasfiye kadında gelininin, Kevser kadında ömrünün hazinesi torununun kokusu...

Aynı koku, İzmit-Adapazarı-Yalova üçgeninde suya da, havaya da sinmiş; kamyonlar moloz değil de mezar taşı taşıyor sanki...

Melek Mızrakçı'nın yüzü, annemin yüzünün benzeri. Anneannemin yüzünün ikizi. Samsun'da Karadeniz'in ak köpüğünü genç kızlığının saçlarına kına olarak yakmış... O saçlar, daha sonra Yalova'nın rüzgârında kavrularak bir daha Karadeniz'in ak köpüğüne dönüşmüş...

Hepimizin annesi, anneannesi, halası, teyzesi, ablası, bacısı gibi bir kadın Melek Mızrakçı...

Ve Melek Mızrakçı, dört gündür Yalova'da, Meslek Kız Lisesi'nin bahçesinde, iki metrekarelik bir battaniyenin altına sığınmış olarak kocası, çocukları ve torunları ile bundan sonra yaşayacaklarının nöbetini tutuyor.

Elleri gibi yüzü de, yüreği de nasır bağlamış... Bir sigara yakıyor, iki nefes çektikten sonra atıyor, bir yenisini yakıyor. Yerinde duramıyor. İki saniye battaniyenin gölgesine sığınıyor, göz bebeklerine geçmiş günlerin hülyası düşeceği sırada, birden ayaklanıp dolaşmaya başlıyor sıkıntının ucu bucağı görünmez bulvarında...

"Bir çul kaldı" diyor, şimdi mekân niyetine kullandıkları battaniye parçasını göstererek, "bir de bunlar..."

Bakıyorum, toza bulanmış el kadar bir naylon "kese" içinde üç-beş kâğıt parçası...

Oğlum, bir avuç betonda

Yüzüne tam sevincin ışığı düşeceği sırada, bütün bedenini kapkara bir sis kaplıyor ve başlıyor ağlamaya:

"Oğlumu, canımı, 34 yaşında bıraktım orada. Bir avuç betonun içinde. Vaktinde askere göndermiştim. Vaktinde telli duvaklı düğününü yapmıştım. Ama bu vakitsiz ölüm nerden çıktı şimdi."

Ne söylenebilir Melek Ana'ya?

Oğlu, Karamürsel-Yalova yolu üzerinde Çiflik Petrol'un karşısında Gökkuşağı Sitesi'nde oturuyormuş... Dokuz katlı, asansörlü bir site...

"Müteahhitin" diyor, "kendi oturduğu evden tırnak kadar sıva dökülmedi de, oğlumun sitesi tuzla buz oldu."

Ve Melek Ana soruyor:
"Devlet nerede? Herkes yalan söylüyor. Dört gündür buradayız işte. Kendi çabamızla şurada, (lisenin kapı önünü gösteriyor) üç tane tuvalet yaptık. Canımızı depremin şiddetinden kurtardık, burada hastalıktan öleceğiz. Durmadan ekmek veriyorlar bize. Ekmeği ne yapayım ben, sıcaktan hemen küfleniyor. Üstelik kimin canı iki lokma yemek çekiyor ki? Bak şu adamıma, 67 yaşında dört gündür ağzına tek lokma koymadı. Ölüyor adamım, ölüyor..."

Kocası Mustafa Mızrakçı'nın yüzünde dört günlük sakal. Mustafa Amca, battaniyenin gölgesine uzanmış, gözleri uzakta bir noktaya takılı, sigaranın birini yakıp birini söndürüyor.

Devlet, ortada yok!
"Merhaba Mustafa Amca" diyorum, bir süre boş gözlerle süzüyor beni. Bana mı bakıyor, arkamda boy veren Donanma Kumandanlığı'nın kapısına mı, belli değil.

"Bağkur emeklisiyim" diye sözün kapısını aralıyor, "devlete bunca hizmetim oldu, mükâfatı bu mu olacaktı? Vatandaş, sağ olsun yardımda hiç kusur etmiyor. Bursa'dan, Antep'ten elinde ne varsa taşıyor. Bak, bu sular depremin olduğu gün Bursa'dan geldi. Ama devlet nerede? Buranın valisi var, muhtarı var, hiçbiri ortada yok. Bu sabiler, mikroptan kırılacaklar böyle giderse..."

Sonra susuyor Mustafa Amca, kelimeler bir yün yumağı olarak boğazında kalıyor.

Gerçekten de dört bidon su gelmiş Bursa'dan. Bidonları, "ev"lerinin önüne dizmişler, bu suyu hem içiyorlar, hem de iki torun bir küçük leğende kendilerinden küçük kardeşlerinin zıbınlarını yıkıyor.

Melek Mızrakçının hikâyesinin bir benzerini de İzmit Plaj Yolu'nda Hayriye kadın, Adapazarı Akşemsettin caddesinde Kevser kadın, Çiflikköy'de Vasfiye kadın anlatıyor.

Kokularıyla yaşıyor
İki gündür, 48 saattir İzmit-Adapazarı-Yalova üçgeninde 400'ü aşkın kilometre yaparak Necati Doğru ve Nebil Özgentürk ile dolaşıyoruz.

Havada, birbirine karışmış keskin bir sis ile ceset kokusu...

İnsanlar kokuyor. Dağ taş, su ve toprak ve hava kokuyor. Beton kokuyor, moloz yığınları arasında kalmış naylon kovalar, seramik lavabolar, tuvalet aynalarının kırık camları ve çerçeveleri, depremin dehşetinden yamulmuş demirler, yüreklerinin ana damarları çatlamış tahtalar kokuyor...

Bütün bunlarla birlikte insanlar kokuyor.
Melek kadın, Kevser kadın, Hayriye kadın, Vasfiye kadın, ki kaç yıldır anne kokuyordu onlar, anneanne, hala, bacı, oğul, kız, torun kokuyordu, şimdi hepsi ceset kokuyor.

Melek kadının teninde oğlunun cesedinin kokusu, Vasfiye kadında gelininin cesedinin, Kevser kadında varının yoğunun paha biçilmez hazinesi torunun cesedinin kokusu...

Kamyonlar, durmadan moloz değil, mezar taşı taşıyor sanki...

Ve bütün kadınların elleri böğründe, gözleri bilinmez bir ufukta, bundan sonra yaşayacaklarının hülyasında...

70 yaşın özeti: Ölüm
Vasfiye kadın, on yıl önce oğlu ve kocası ile Bulgaristan'dan göç etmiş. Çiflikköy'de yol üzerinde altı kereste dükkânı bir evde yaşamını sürdürmekte. Kocasını daha önce kaybetmiş. Dört gün öncesine kadar oğlu, gelini ve torunu ile altı katlı bir apartmanın üçüncü katında oturuyormuş... O gece, ecelin kan rengi tülü, bedenleri üzerine düşmüş...

Vasfiye kadın, naylona sardığı bir kâğıt demetini göğsüne bastırmış, daha düne kadar oturduğu evinin yıkıntıları önünde dolaşmakta...

Bir süre depremden canını kurtarmış incir ağacının gölgesine sığınarak elindeki kâğıtları karıştırıyor, ama daha çok da tırnaklarıyla yıkıntıları kazıyarak üzerine geçirecek bir gömlek, bir ceket arıyor.

"Vasfiye ana" diyeceğim sırada, elinde pembe bir kadın ceketiyle geliyor. Yüzüme bakmadan, ceketin tozlarını silkeliyor.

Kuru dudaklarından üç-beş kelime yıkıntının tozlarına karışıyor:

"Bu benim ceketim değil ama, neyse belki lazım olur."

Komşularından kaçının ölü, kaçının yaşadığının farkında değil.

Anayolu göstererek, "İşte bu yoldan geçen yolcular kurtardı beni ve oğlumu. Ama gelinim ve torunum gitti."

Ve 70 yıla yaklaşan hayatını özetliyor:

"Ne eziyetler çektiğimiz Bulgardan ölüme yakalanmadan kaçtık, ama o geldi bizi burada buldu. Başka ne söyleyeyim ki oğul..."

Daha başka ne söylebilirdin ki Vasfiye ana, Kevser ana, Hayriye ana...

Melek ana başka ne?


Copyright © 1999, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş. - Tüm hakları saklıdır