Biri, Ortadoğu Barış Süreci... Yeni yakıtını, İsrail Başbakanı Ehud Barak'ın hayli uzun Washington gezisinde aldı. Diğeri ise Türkiye-Avrupa ilişkilerindeki kopukluğu tamir süreci.
İkincisinin böyle bir "resm”" adı yok. Ama, Lüksemburg 1997'den bu yana görülmeyen biçimde bir Avrupa ilgisine Türkiye mazhar olmaya başladı. Bu işin başını Lüksemburg'da Türkiye'yi bloke eden Almanya çekiyor. AB'nin en güçlü ülkesi, bir anlamda "mal” patronu" Almanya... Almanya'daki değişiklik, Başbakanlık koltuğuna Sosyal Demokrat Gerhard Schröder'in oturması oldu. Köln Zirvesi'nde Alman politikasındaki değişikliğin sinyalleri geldi. Bunun, Helsinki Zirvesi'nde de devam edeceği şimdiden belli.
Joschka Fischer'in gezisini de bu yeni Alman ve daha genel anlamında Türkiye'ye yönelik AB açılımında görmek gerekiyor. Fischer'in gezisinden gayrı da, AB'den Türkiye'ye doğru "iyi niyet fişekleri" fırlatılmıştı. Eylül ayında, ilk kez, "AB'nin Genişlemeden sorumlu Bakanı" sıfatıyla görev yapacak olan, yine bir Alman Sosyal Demokratı Verheugen, Türkiye'ye Bulgaristan, Romanya gibi ikinci genişleme kuşağı içinde bulunan ülkeler arasında yer verilebileceğini söyledi.
AB hükümeti niteliğindeki yeni Komisyon'un başında, Başbakanlığı döneminde İtalya'yı Türkiye'ye en yakın Avrupa hükümeti konumuna kaydıran Romano Prodi olacak. Dışişleri'nden sorumlu kişinin ise yine Türkiye'ye anlayışla baktığı bilinen, NATO'nun İspanyol Genel Sekreteri (sosyalist) Javier Solana olması bekleniyor.
Bu arada, kendi ülkesi içinden gelen tüm eleştirilere rağmen Yunanistan'ın genç ve makul Dışişleri Bakanı Yorgo Papandreu'nun İsmail Cem ile başlattığı diyaloga dikkat edin... Bütün bunlar, tıpkı İsrail'in, Amerika destekli olarak Suriye'ye yönelik "uvertürleri"ni andırmıyor mu?
Türkiye'ye yönelik bu yeni "Avrupa açılımı", ortak bir "uluslararası irade"yi yansıtıyor. Yani, Türkiye'deki kimi düşünce sahiplerinin sandığı gibi, Türkiye üzerindeki bir "Amerika-Avrupa rekabeti"ni yansıtmıyor. Sanıldığı türden bir Amerika-Avrupa rekabeti yok. Tersine, Clinton-Blair-Schröder üçgeni kurulmuş vaziyette ve Amerika, Avrupa ile Türkiye arasında köprülerin kurulmasından yana; ama asıl dikkati ve ağırlığı, Türkiye'ye değil; İsrail-Filistin-Suriye-Lübnan zeminindeki Ortadoğu'ya dönük.
İsrail-Suriye diyalogunun birkaç hafta içinde başlaması işten bile değil. Suriye hiçbir zaman bu denli "Pax Americana"ya yaklaşmadı. Bu durumda, "Türkiye-İsrail ekseni"nin Suriye'ye karşı konumlanmasının anlamı ortadan kalkıyor. Bu eksen, İran karşısında bir anlam taşıyabilir; o da Hatemi'nin temsil ettiği akımın, İran "derin devleti" karşısında yenilgiye uğraması kaydıyla. Öyle olacağı da şüpheli.
Türkiye'nin önünde, Ortadoğu politikasının labirentlerinde yolunu kaybetmektense, Avrupa ile durumun tamiri şansı tekrar beliriyor. Bu şansı, basmakalıp beyanatlarla harcamak büyük basiretsizlik olur.
Türkiye'den istenen "insan hakları sicili"ni düzeltmesi. Buna Türkiye'nin gerçekten ihtiyacı var. Bu noktalarda alınganlık gösterip, "AB üyeliği ile insan haklarının irtibatı yoktur" gibilerinden, Ankara Anlaşması'nın metni üzerinde cambazlıklara başvurmanın ciddiye alınır bir yanı olamaz. İnsan hakları ile AB üyeliğinin, "kontrat"ta yazılmış olup olunmamasına bakılmaksızın, elbette ilişkisi var. Artık, hukukun üstünlüğü ve insan hakları gibi kavramlar, AB üyeliğinin "kimlik kartı"nı belirliyor.
Avrupa'ya sırtını çevirmekte inat eden bir Türkiye'nin tek başına Amerika'ya bel bağlamasının "stratejik geçerliliği" olmadığı gibi, ufukta gözüken İsrail-Suriye uzlaşmasından sonra, Türkiye'nin farkında olmadan giymeye başladığı "Ortadoğu jandarması" kıyafeti iğreti durmaya başlayacak.
Avrupa, Türkiye'den vazgeçmeyecek. Türkiye, niye Avrupa'dan vazgeçsin ki?