Terör Tapınağı bu sözle yıkıldı
Komutanın tek cümlesi, Akdeniz rüzgârının kanatlarına yerleşip, Anti-Lübnan dağlarını yalayarak Bekaa vadisinde yankılandıktan sonra Şam'daki Terör Tapınağı'na ulaştı
Tarihler 16 Eylül 1998'i gösteriyordu.Türkiye'nin Hatay vilayetinin Samandağı ilçesi de, dünyadaki milyonlarca kasaba gibi sıradan bir çarşambayı kucaklıyordu.
Ama aynı saatler, bazıları için "Ateş" gibi yüksek bir sıcaklık taşıyordu...
Birazdan, Eylül ayının parlak ve ılık ışıkları, haki üniformalı, sert duruşlu 57-58 yaşlarındaki yanık tenli bir adamın sarfedeceği bir tek cümleyi sırtlayıp, ulaşması gereken yerlere taşıyacaktı.
Ve her şey o cümleyle başlayacaktı, kararlı parmaklar gözle görünmeyen bir düğmeye basmış olacaktı...
Bilgeler, boşuna söylememişlerdi "Eylüller daha fazla doğurgandır" diye...
İki omuzu da dört yıldızlı adam, kendisini toplantıda dinleyenlere değil, asıl duyması gerekenlere bir tek cümle sarfetti, o ışıklı Eylül gününde...
"Artık sabrımız taştı!.."
Bu basit cümle...
Hatay Körfezi'nden kalkıp, Musa Dağı'nı sıyırarak Samandağı'nı yelpazeleyen tuz kokulu Akdeniz rüzgarının kanatlarına oturdu ve...
Yayla Dağı'nı atlayıp Suriye topraklarına girdi...
Maarrat An Numan üzerinden önce Hamah'a, oradan da Himş'e ulaştı...
Anti-Lübnan Dağları'nı yalayıp, Bekaa Vadisi'nde birkaç kez yankılandıktan sonra Şam sokaklarına girdi...
Ve asıl hedefine ulaştı...
Düğmeye basılmıştı
Suriye'nin başkentindeki "Terör Tapınağı"nın kilitli kapısının altından süzülüp, sıvaları dökülmekte olan soluk boyalı duvarlarda patladı:
"Artık sabrımız taştı"
Bu basit cümle, Şam'daki evin duvarlarına vurdu, vurdu, vurdu...
700 bin kişilik silahlı güce hükmeden haki üniformalı adam, elinde olsa kilometrelerce uzaktaki Terör Tapınağı'na uzanacak, ışıktan önce oraya varacaktı...
Eğer iş yalnızca öfkeye kalsaydı...
Ama aylar ve yıllardır, keskin bir bıçakla biçilip de, orta yerinden başak taneleri gibi bükülüp, düşüveren askerlerinin acısından kaynaklanan bu öfke, ilk kez bu defa, garnizonun nizamiyesinden geri dönmüyor, bütün dünyaya yayılıp, Ortadoğu'nun uçsuz bucaksız çöl kumları üzerine büyük bir savaş haritasının yayılmakta olduğunu haber veriyordu...
Binlerce yıldır insanın etiyle beslenen Ortadoğu toprakları üzerindeki ölüm kokulu atmosfere belki de uzun yıllardır ilk kez, bir barış çığlığı karışıyordu...
Çok eski savaş çağrılarının hâlâ kılıç şakırdattığı bu iklimde, komutanın yeni çağrısı aslında çok bilinen bir üslup taşıyor, "barışmazsan, savaşırsın" diyordu...
Öğleden sonra basın merkezlerinin yazı makinaları tıkırdamaya başladı.
Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Ateş'in, "Artık sabrımız taştı" cümlesi gazete ve televizyonların başköşesine oturdu.
İnanılmaz bir tempo kendiliğinden kuruldu.
Dünyada gündem değişti
Ankara başta olmak üzere, Şam, Tel Aviv, Roma, Beyrut, Moskova, Londra, Bonn, Brüksel ve Washington'da telefon trafiği birkaç dakika içinde birkaç misline tırmandı.
Acaba Türkiye'nin niyeti neydi?..
Bu paşa ne diyordu?
Kısa bir sürede Tahran ve Kahire de devreye girdi.
Aslında Türkiye açık oynuyor, niyetini söylüyordu.
Eğer Şam'daki Terör Tapınağı ölüm ibadetini sürdürecek ve orada oturan sahte peygamber vahiyler zikretmeye devam edecekse, uçaklar ve tankların kontak anahtarları artık çevrilecek, bu çirkin tapınak yerle bir edilecekti...
Düğmeye basılmıştı, geri dönüş yoktu.
15 gün içinde genel tansiyon iki ana koldan en üst noktaya tırmandı.
Türkiye buna açıkça "kriz yönetimi" dedi...
Askeri koldan, Suriye sınırı, muazzam bir konuşlanmaya sahne olurken, diplomatik koldan da, dünyanın yönetsel enerjisi "6" büyük merkezde yoğunlaşmaya başladı.
Ankara, elçi üstüne elçi ağırlıyor, açık hedefini deklare ediyordu...
Şam'ın 200 kilometre güneyindeki Tel Aviv'in bilgi merkezinde izinler kaldırılmış, dünyanın en ünlü terör uzmanları ihtimâl senaryolarını görüşüyordu.
Brüksel, bölgede beklenmedik anda yükselen tansiyonu düşürmenin yöntemlerini tartışırken, Tahran-Kahire ekseninde, Ortadoğu topraklarında doğacak bir "Türk de facto"sunun muhtemel faturaları uçuşuyordu.
Ve nihayet Washington, bütün bu noktalarla "kurmay bir seviyede" temasa geçmişti bile...
Altı büyük merkez
Bu yakıcı sürecin sonradan üs merkezi rolüne soyunacak olan Roma ise, diplomatik etkinlikten ziyade "bekle-gör" stratejisini tercih ediyordu. Bir de tabii ki, yedinci merkezde alışılmamış bir yoğunluk gözleniyordu.
Bu merkez Abdullah Öcalan'ın yıllardır ikamet ettiği, Şam'daki Terör Tapınağı'ndan başka yer değildi...
Bütün nefesler tutulmuştu çünkü konu bir terör konusu olmaktan hızla çıkmış, bölgedeki haritaların bir daha eski haline gelmeyecek biçimde değiştirilebileceği meselesi gündeme oturmuştu.
16 Eylül-1 Ekim arasındaki sürede, huzuru en çok kaçan yer, tabii ki Terör Tapınağı olarak kullanılan yerdi.
Aşikardı ki, kurulmuş sistem yerle bir olacaktı. Aşk, para ve cinayet mekanizmasının dişlileri gıcırdamaya, ölüm mabedinin sütunları yer sarsıntısı ve gök gürültüsüyle çatır çatır esnemeye başlamıştı.
Türkiye, sınıra askeri yığınak yapıyordu...
Ankara, Tahran ve Kahire elçilerini, "Suriye münafıklığına son vermezse Şam'a gireriz" kesinliğinde geri çeviriyordu.
Bu kararlılık, yürekteki moral güvenden besleniyor, Amerikan politikaları ile de beyinde el sıkışıyordu...
Kum saati ters çevrilmişti.
"Son etap"ın dakikaları üstüste devriliyordu.
Esasen Öcalan için, psikolojik ve moral zaman çoktan dolmuştu, sadece yayından bir kez çıkmış olan "Terör oku" havada ıslık çalmaya devam ediyordu.
52 yaşına gelmiş, şişmanlayıp hantallaşmış bu adam yalnız kaldığı yüzlerce gece, penceresinde, çöle vuran ayın yansıttığı ışıkla şafaklanıp mavileşen gökyüzünü seyrederken, hiç de düşünmemiş değildi, "Elimde olsa, terör okunu yakalayıp sandığına geri koyardım" diye...
Çünkü ihanetin de bir mantığı ve doyma noktası vardı...
Türkiye Devleti'nin bursuyla okumuş, tapu idaresinde memurluk yapmıştı.
Milletin lokmaları, terörün lokmalarının altında dün gibi yatıyordu.
20 yıl önce ülkeyi terk ederek kalkıştığı büyük ihanet sayesinde, tasarladığının çok üzerinde bir güce erişmişti ama...
Yine de bir insanın içinde giderek büyüyen ihanet duygusunu, ne kirli ağırlığının altında korkuyla kıvrılan genç kadınların toprak kokulu saçları ne de körpe vücutlarındaki ilkbahar yumuşaklığı yokedebilirdi...
Ve ne de, hükmettiği milyonlarca dolarlık servet...
İki ezici duygu
İki ezici duygu, bu adamın beynini ve yüreğini burgu gibi delmeye başlamıştı.
Bu duygulardan biri "tatmin", diğeri ise "korku" idi...
Tatmin olmuştu, çünkü 20 yıl içinde, düşünemediği kadar büyük bir serveti, kadını ve gücü tatmıştı.
Korkuyordu, çünkü cinayet yolunun sonuna gelmiş ve karşısına öfkelendiği zaman gözü hiçbir şeyi görmeyecek bir ülkeyi almıştı.
Türkiye ile giriştiği bilek güreşi sona eriyordu, bileklerinde derman kalmamıştı.
Aslında Türkiye onu, insanların birbirlerine sempatilerini ifade etmekte kullandıkları "küçük" adıyla "Apo" diye çağıracak ölçüde ciddiye bile almamıştı ama Abdullah bu bilek güreşini çok istemişti...
Son bir toplantıya karar verdi.
Jiletsiz sakal ve taraksız saçlarıyla, yıllardır dağlara haber taşımaktan vahşileşmiş kurmaylarını bir araya topladı.
Çaylar yapıldı, sigaralar yakıldı. Arkalarında binlerce cinayet olmasaydı eğer bu fotoğrafın Anadolu'daki basit bir çayevinden zerrece farkı kalmayacaktı.
Ama ölülerin ruhları mabedin kapısına dayanmıştı.
Artık, bu tapınak terkedilecekti.
Öcalan, düşüncelerini anlattı.
Bütün planları gibi bu sözleri de tartışmasız onaylandı. Bir tek hâl çaresi kalmıştı, Avrupa'ya ulaşıp, kanlı terör bombasını, onunla oynamaya pek meraklı kimi Avrupalı dostların kucağına bırakmak...
Bu sayede bir taşla birkaç kuş vurulacaktı...
Bu kuşlardan...
Birincisi, Suriye'ye çok rahat göstereceği öfkeyi, Avrupa'ya gösteremeyeceği umuduyla Türkiye'yi diplomatik ve askeri açmaza almak...
İkincisi, etnik iddiaları, Avrupa platformuna yaymak...
Üçüncüsü, Türkiye'nin baskısından bunalan Suriye'yi bir süre ferahlatmak...
Dördüncüsü ise, askeri güçlerin baskısından bunalan "dağ"ı bir dönem dinlendirip, reorganize etmek...
Öcalan, özellikle Avrupa platformunun önemi ve Suriye'nin mızmızlığı üzerinde durdu.
Gerçekten Suriye'nin tedirginliği had safhaya varmıştı. Biliyorlardı ki, Türk kuvvetleri "adeta" yürüyüşle Şam'a girebilecek güçteydi.
Bu yüzden, "El-Riya"nın ajanları, ağız değiştirmiş "bir süre için çık git" demeye başlamışlardı. Evdeki toplantı bitti, kaçış planı yapıldı.
Adamlar, gerekli irtibatları sağlamak üzere ayrıldılar. Birkaç gün içinde, Suriye bankalarından Avrupa'ya gerekli para transferleri yapıldı.
Küçük bir uçak ayarlandı.
Büyük bir gizlilik içinde uçuş saati belirlendi.
Kızgın yatağa yeşil bir vaha serinliğinde uzanmış küçük kadın, yeni sürecin heyecanıyla dinçleşen adamın ağırlığı altında, erkek kokusuyla ölüm kokusu arasında sarkaçlanıp inlerken, adam Avrupa'da kendisini bekleyen asıl sevgilisini düşlüyordu.
Ama ikisi de bilmiyorlardı ki, o aşk saatleri, yere saplı hançerler kadar parıltılı ve kıvrak, insanı göğe taşıyan mavi çöl geceleri kadar sihirli olsaydı bile, bir daha asla tekerrür etmeyecekti.
Aslında adam, kanlı geçmişini, o küçük kadının ulaşılmaz kuytularına saklayabilse de, yaşam izlerini ebediyen yokedebilseydi, o gece çok daha unutulmaz bir gece olabilirdi...
Ama ertesi gün uçak geldi, Öcalan yanındaki üç kişiyle havalandı.
Suriye rahat bir nefes alırken, Türkiye için, 126 gün sürecek "amansız bir takip" başladı...
BAHÇESİNDE ÖLÜM ÇİÇEKLERİ AÇAN BU TERÖR TAPINAĞI'NA BİNLERCE İNSAN KURBAN VERİLDİ
Abdullah Öcalan'ın Şam'da yıllardır ikamet ettiği bahçeli ev, dışardan normal bir ev gibi görünüyordu. Ama bu evde alınan kararlar yüzünden, Güneydoğu Türkiye ve Kuzey Irak'ta binlerce genç hayatını ölümle kucak kucağa yaşıyor, Terör Tapınağı'nın kurbanları olarak heba olup gidiyordu.
Dava erteleniyor
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin DGM'lerde askeri hakim bulunması nedeniyle Abdullah Öcalan davası için "tedbir" kararı alması üzerine hükümet harekete geçti. Başbakan Ecevit, Adalet Bakanı Selçuk Öztek'e DGM'lerin sivilleştirilmesi çalışmalarının yapılması talimatını verdi.
Öztek de Adalet eski Bakanı Hasan Denizkurdu döneminde hazırlanan taslaklar üzerinde çalışarak son şeklini verdi ve Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'le İstanbul'da görüştü. Bugün de Başbakan'la görüşmesi beklenen Öztek, SABAH'ın sorularını şöyle yanıtladı:
- Cumhurbaşkanı ile DGM'ler sorununu görüştüğünüz söyleniyor...
Öztek: Görüşmem oldu. Cumhurbaşkanımız duruşmalar bitmeden sivilleşme işleminin Anayasa değişikliği yapılarak geçirilmesi gerektiğini düşündüğünü iletti.
- Tasarılar hazır mı?
Öztek: Benden önceki bakan döneminde hazırlanmış taslaklar vardı. Onları biraz daha geliştirdik. Tamamen hazır durumda.
- Tasarılar, hemen Meclis'e sevkedilebilir mi?
Öztek: Hemen gönderilebilir mi, sayın Başbakan'la konuşacağım. Mümkündür derse hemen göndereceğim.
- Mahkeme erteleme kararı alabilir mi?
Öztek: Bir taraftan sayın Başbakan diğer taraftan sayın Cumhurbaşkanı, bu yönde artık temenninin de ötesinde açıklamalarda bulundular. Takdir tamamen mahkemenindir. Ancak mahkeme herhalde bu beyanları gözönüne alacaktır.
- Mahkemenin duruşmalara ara vermesi hukuka aykırılık oluşturur mu?
Öztek: Hayır. Benim şahsi kanaatim, bir an evvel sivilleştirmeyi yapalım, haklıyız, haklı kalmakta devam edelim. İlker Sarıer
|