Gülay Göktürk, benim 32 yıllık arkadaşım. Yani Merve Kavakçı'nın toplam ömründen daha uzun zamandır tanışıyoruz...
"Gidemeyenlerin ülkesi" yazısından duyduğum heyecandan ötürü ona bu yazıyla "mektup" göndermek istiyorum... Elektronik postayı seçmedim. Telefona da uzanmadım. "Kamu" önünde yazışmayı yeğledim. Bugünlerde bireysel tercihlerin kamu alanında görünmesine Ortaçağ bağnazlığı ile karşı konulduğunu izleyince, kendi bireysel iletişimimi "kamu alanı"na taşımayı uygun gördüm...
Gülay ile hem aynı kuşağın, hem de aynı toprakların çocuğuyuz. Hemşehriyiz. Otuz yıl öncesinde bu özelliğimizi birbirimize hatırlatırdık. Babalarımız, güzelim İznik Gölü'nün yanıbaşındandır. Her ikisi de, ömürlerini devlet hizmetine adamışlardı. Biri üniformalı, diğeri sivil giysileriyle... Devlete saygınlık kazandıran fedakâr insanlardı... Gülay'ın babasını, onu yitirdikten sonra kaleme aldığı bir başka eşsiz yazısıyla tanıdım. Çok tanıdık bir profil çizmişti. Kendi babamı tanıyordum çünkü...
Otuz yıl öncesinde Gülay'la aynı yollarda yürüdük. Tüm dünyayı kaplayan o muazzam dalga bizi de içine çekmişti. Şanslı olmalıyız. Doğru zamanda, doğru yaş grubunda, doğru yerde yakalandığımız için. O sıradaki fikirlerimizin, eylem plânımızın doğru olup olmadığı önemli değil. O muazzam dalga büyük bir tarihi gerçeklikti ve bizim onun içine niye daldığımız daha önemliydi...
İleride bugüne dönüp baktığımızda ise şanslı olduğumuzu söyleyebilmemiz zor. Bize dönüp bakacak olanları çirkin bir görüntüyle yüzyüze bırakmayacak olmamızdan ötürü mutlu olmalıyız ama şanslı değiliz. Bu kez, galiba yanlış zamanda, yanlış yaş grubunda ve galiba yanlış yerdeyiz... Ne paradoks! Doğru zaman, yaş ve yerdeyken yanlıştaydık; doğrudayken, yanlış zaman, yaş ve yerdeyiz...
Niçinini Gülay anlatıyor:
"Söylenen herşey tüm düşünme yeteneğini kaybetmiş zihinlerin beton duvarlarına çarpıp, hiçbir etki yapmadan geri dönüyor. Ortalıkta dolaşan birkaç klişenin ne fikir denecek hali var, ne mantıktan nasibini almış, ne de adaletle en ufak bir ilintisi kalmış. Polemik çabaları havada kalıyor. Tartışmalar gülünçleşiyor. İletişim sıfır..."
Gülay, "Telefonlarım, faksım günlerdir susmuyor. Elektronik posta kutum dolup taşıyor. Hırsından ağlayan, umutsuzluğundan intiharı düşünen insanlarla konuşuyorum her gün" diyor, "Hepsi de kötü kaderlerine kahretmişler. Başlarını alıp çekip gitmek istiyorlar. Başka bir ülkede göçmen olmayı, kendi ülkelerinde zenci sayılmaktan daha kolay hazmedebileceklerini düşünüyorlar belki... Böyle aşağılanarak yaşamaktan, bu kadar hiçe sayılmaktan, her dakika burunları sürtülerek hizaya sokulmaktan kurtulmaktan başka birşey düşünemiyorlar."
Benim de durumum aynı, Gülay... Günlerdir aldığım elektronik postaların adedi haftalar boyu aldığıma eşit. Hele içerikleri... İnsanlar çaresizliklerine isyan içinde, her hece kahredici bir eziklik ve gizli hınç yüklü. Çekip gitmek istiyorlar. Bunu istiyor olmalarına, bunu istiyor hale getirilmelerine kahrediyorlar. Çekip gidemedikleri için daha da kahroluyorlar...
Sessiz insanlarımızı, bir başka sessiz insanlarımıza benzetiyorum. Kosovalı Arnavutlara... Onlar, gitmek istemediler; nice fizik” acılarla gönderildiler. Bizimkiler, gönderilmedikleri için nice manev” acılarla kapandalar...
"Başını alıp gitmek... Yakılmak üzere bağlandığımız çarmıhtan, o çarmıhın altındaki odunlar ateşe verilmeden bağlarını kopartıp çekip gitmek. O çarmıhın çevresinde halka olmuş çığlıklar atan bağnazlar güruhunun hevesini kursağında bırakıp çekip gitmek..."
"Acılar ve yalnızlıklar içinde bir başka diyara, yobazın elinin yetişemeyeceği herhangi bir yere alıp başını gitmek. Kendi ülkenin değil, bir yaban elin yalnızı olmayı göze alarak çekip gitmek... Ve, kendi yurdunun her gün biraz daha "gidemeyenler ülkesi"ne dönüşmesini uzaktan acılar içinde seyretmek..."
"Buna yürek dayanır mı?"
Şu sıra uzaklardayım Gülay; çok uzaklarda... Senin temin ederim:
Dayanmıyor!