


Yanan merdivenler
Yıllar sonra o merdivenlere oturdum. O merdiven taşları beş yıl önce yanıyordu. At nalları altında.. Ve insan çığlıkları.. Ve kılıç benzeri sopalar iniyor, kalkıyor..
O yanan gün 28 Nisan 1960'tı. Türkiye'yi değiştiren tarihi gün. Yarı güneş, yarı bulut. Atların kırılan bacakları..
Yukarda bir yerde gizlenir güneş
bulutların içinde
tıpkı bir pençe gibi bir atın yüreğinde.
Daldım gittim. O günden sonra askerlik, Avrupa, Türkiye'ye dönüş. Olayların üstünden beş yıl geçmişti.
Kalktım Beyazıt'taki Marmara Sineması'nın merdivenlerinden.
Bugün 1999'dayız. bir kaç gün önce 28 Nisan'dı. Aradan 39 yıl geçmiş. Kimse söz etmedi 1960'ın 28 Nisan'ından..
39 yaşındaki çocuk!. Sen bilmiyorsun ama, önemli gündü.
Kim diyebilir belleğin nerede başladığını
Nerede bittiğini şimdiki zamanın.
***
1965 yılı ha.. Üç yıldır uzağındaydım memleketin. Dönüş heyecanlı. Yeşilköy'de deniz kenarındayız. Mustafa'nın yalı marangozhanesi.. İsmet Sıral, Nihat abi ile tavla oynuyor. Egemen Bostancı ile seyrediyoruz. Egemen'in çenesi durmuyor. Ben dergi karıştırıyorum. Yeni şöhretler var. Tekini tanımıyorum. Ben yokken parlamışlar.
Biri dikkatimi çekiyor. Yabancı artist sanıyorum. Resim altını okuyorum: Tülin Elgin. Ne kadar güzel. Vay canına!. Egemen'e soruyorum:
-Egoş. Bu kızı tanıyor musun?
Bakıyor dergideki fotoğrafa "-Tülin Elgin" diyor.
-Adı dergide yazıyor. Tanışıyor musun demek istedim?
Gülüyor Egemen "-Kulüp 12'ye gideriz, raslarsak tanıştırırım.." diyerek dalga mı geçmekte?.
O günün gecesinde Kulüp 12'deyiz. Dur bakiim ben görmeyeli hangi müzisyenler parlamış.
Kulüp 12'nin piyanosuna esmer bir genç oturmuş. Basketbolcu gibi uzun biri şarkı söylüyor. Güzel de söylemekte.
Aaaaa... Bu kontrbas çalan bizim Keçi Vural değil mi? Bir heyecanlanıyorum. Ortaokuldan sınıf arkadaşım. Birlikte müzik yapardık. İki cazmanyak olarak.. Sahneye sokuluyorum.
-Vural!..
Bana bakıyor, sonra tanıyor heyecanlanıyor. Kontrbası bırakıyor, sarılıyoruz:
-Oğlum n'aber ya?.. Nerdesin sen?
Vural'ı sahneye iade ediyorum "işin bitince konuşuruz".
Egemen'e bakınıyorum. Esmer, zarif bir kızla konuşuyor. Yanına gidiyorum. Osmanlı burnu kızın yüzüne asalet katıyor. Prenses mi ne? Egemen tanıtıyor:
-Gülsün Kamu.. Büyük sinema yıldızı.
Kız utanır gibi "Aman Egoooş.." diyor Egemen'e ve gidiyor.
Piyanodaki esmer genç "I love you baby" şarkısını söylüyor. Halâ o şarkıyı severim. Paul Anka yazıp bestelemişti. 16 yaşında parlamıştı Paul Anka. 1950'lerin sonuna doğru.. Her plağı liste başıydı. Diana şarkısıyla başlamıştı şöhreti..
"I love you baby" bittikten sonra müzisyenler sahneden indi. Vural onları masamıza getirdi. Şarkıcıyla tanıştırdı "Haldun Özdenizmen" ve piyanist "Şevket Uğurluel". O günden beri Şevket ile arkadaşlığımız sürer. Çalıştığı lokallere her gittiğimde çok sevdiğim "He'll have to go" şarkısını mutlaka söyler. Onca yıl hiç unutmadı. Çok yaşa Şevket.
Bizi tanıştıran Vural'ı ne yazık ki kaybettik. Şevket'le müşterek arkadaşlarımızdan Tekin Aral gibi..
Beni köklerimden sarsan şarkılar anımsıyorum
Bir sabah duvarlarda birden beliriveren
Tebeşirle çizilmiş işaretler anımsıyorum
Gizemlerinin asla çözülemediği
***
Kızgın merdivenlerden kalktım Beyazıt'tan Cağaloğlu'na yürüdüm. Meliha'yı ziyaret etmeliyim. Hey gidi çocukluk arkadaşım Meliha. Mehmet'in sevgili ablası. Dünyanın en iyi insanı.
Meliha'nın atölyesi halâ İstanbul Kız Lisesi'nin karşısında. "Ayet" yazar camında. Rahmetli eşi Ayet ağabeyin adı.. Yıllar boyu orada kara kaşlı kara gözlü, sinema yıldızları kadar güzel bir kadın oturdu. O Meliha'dır. Aziz Nesin'den Yaşar Kemal'e kimleri görmezdiniz orada.. Haftada bir iki mutlaka uğrardım. (Bugün ne hayırsızım değil mi?) Resimler tabelalar yapılır orada.. Kahve içer laflardık boya kokuları arasında..
Boş fincan ve yazgının horozu
ve ben ve masa-ek olarak bir kalem bu "geçen hayat" denen sergiye
***
Meliha'yı ziyaretten sonra Gar Lokantası randevusu veriyorum dostlara.. Sirkeci Gar Lokantası'nı sever, giderdik. Kimler olurdu başka? Daima Egemen ve.. Selahattin Hilav ağabeyimiz. Halit Çapın, İslam Çupi ve elbette Arif Keskiner.
Halit Çapın, o sıra "zekâsına hayret" dedirten yazılarını yazıyor Milliyet'te.. Kıvır kıvır saçları ve kalkık Egeli burnuyla güzellik kraliçelerini peşinden koşturuyor. Halit'le övünüyorum. Eh, ne de olsa Girit'ten hemşerim. Halit Çapın; o muhteşem yazılarına bugün Takvim Gazetesi'nde devam ediyor. İslam Çupi bir başka harika çocuk. Spor yazılarının aşılamayan şampiyonu.
***
28 Nisan 1960.
"Üniversiteye polis giremez" diyor Rektör Sıddık Sami Onar. Polis amiri tabancasının kabzasıyla kaşına vuruyor cevaben.. Kaşı yarık, yıkılıyor Ordinaryüs Profesör Sıddık Sami.. Üniversite bahçesindeki Atatürk Gençlik Anıtı'nın dibindeyiz. İstiklal Marşı söylerken bizler, bir polis jipi dalıyor aramıza.. Hafif panik ve ardından Zeki Şahin ile Bumin Yamanoğlu adlı polislerin rektöre saldırması.
Türkiye'nin ilk büyük gençlik olayı o an patladı işte..
Atlı polislerin kılıç gibi copları, tabancalar, Sten makineliler. Üniversite bahçesinden yayılan alevle Beyazıt Meydanı yanıyor. Ortaçağ savaşları gibi.. Binlerce öğrenci ve halk, yüzlerce polis.. Marmara Sineması'nın yüksek merdivenlerine tırmanan polis atları yuvarlanıyor, polisler eziliyor altlarında, öğrenciler coplanıyor, feryatlar kıyamet.. Bacakları kırılan at debeleniyor. Öldürmekten başka çare yok.. Zavallı ata bakıyorum. Aramızda en masum o.. Siyasetle, polisle, öğrenciyle hiç ilgisi yok. Tek derdi bir tutam saman. Sırtıma cop iniyor. Uff.. Bir daha, bir de enseme.. Başım dönüyor, o anda nedense annem geliyor gözümün önüne..
Bir ay sonra; Türkiye'nin ilk gençlik olayı, Türkiye'nin ilk askeri darbesini getiriyor: 27 Mayıs 1960.
Aradan 39 yıl geçmiş. Vay be...
Jan Skacel/İnce (*), Aragon/Tokatlı (**), Aygi/Çınar (***)