kapat

02.05.1999
Anasayfa
Son Dakika
Haber İndeksi
Yazarlar
Günün İçinden
Politika
Ekonomi
Dünyadan
Spor
S u p e r o n l i n e
Magazin
I H Y
Sofra
L E I T Z
Bizim City
Sizinkiler
Para Durumu
Hava Durumu
İşte İnsan
Astroloji
Reklam
Sarı Sayfalar
Arşiv
Hazırlayanlar
Sabah Künye
E-Posta

1 N U M A R A
Z D N e t  Türkiye
A T V
M i c r o s o f t
Win-Turkce US-Ascii
© Copyright 1999
MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş.
Çocuk sevgidir
Sevim, Gülçehre ve Egemen Arslan kardeşler... Üçü de babaları Yusuf'un örselediği yürekle yaşıyor

Dünyanın mihenk taşıdır çocuklar. Sevgi onların yüreğine ayarlıdır, hüzün ve yalnızlık da onların yüreğine... Dostluğu, kardeşliği, barışı yalnız onlar bilir kitaplar ne yazarsa yazsın, kim hayat üzerine ahkâm keserse kessin...

Dün, Sabah gazetesi Çukurova Bölgesi Şefi Temel Eren ile dünyanın mihenk taşı çocuklar ile dostluğun, kardeşliğin, sevginin, barışın panayırında dolaştık. Ben, çocuğum misali çocuklarla kucak kucağa, yanak yanağa durdum bir fotoğrafta, o çocuklar benimle sevginin, hüznün ve ayrılığın fotografgisini çektirdiler bir aile sıcaklığının özleminde...

Ama üç kardeş vardı ki, bu sıcaklığın karanlık kokusunda, hazin maceraları anlatmaya değer... Sevim, Gülçehre ve Egemen Arslan kardeşler...

Üçü de babaları Yusuf Arslan tarafından, bilinmez değil, yokluktan yoksulluktan gücünü alan bir öfkenin sonucu, saç kurutma makinesinin kırbacıyla bedenleri ve yürekleri örselendiği için şimdi Adana'da, Çocuk Esirgeme Kurumu yurdunda çocukluklarının gurbetini yaşamaktaydılar...

Gül kokuyorlar
O çocukların ana-baba özlemi ve sevgisi, sekiz yaşındaki Gülçehre'nin adı misali, gül kokusuyla yanağımda dursun, biz haberi Yusuf Arslan'dan verelim önce...

Yusuf Arslan, yıllar önce Ağrı'dan Çukurova toprağında nasibini aramaya gelmiş bir fırın işçisidir. Gurbette, yoksul adam ne yapar, ne işler? Yusuf da eli iş tutar tutmaz, imam nikâhı ile bir kadınla geleceğin kapısını aralar. Ve bu kapının önünde üç çocuğun fotografisini çekerek yoksul hayatının albümüne yerleştirir.

Yoksulluğun merhameti yoktur, merhametin ise adresi... Ve adres bırakmadan imam nikâhlı karısı bir gün kayıplara karışır. Yusuf'un hayat defterine bu olay, karısının aklında biraz zoru var olarak dipnotuyla geçecektir.

Üç çocuğuyla bir başına kalan Yusuf, daha sonra bir başka kadınla evlenecektir. Ama yeni "analık" da "ya ben, ya çocukların" diyerek kayıplara karışacaktır yine...

Yokluk yoksulluk kara kitabından altı çizili bir cümle daha... Çaresizliğin batağında bir adam, hangi kurtuluşun ipine sarılacaktır?

Kelebek kanadından ince bir duyarlılıkla hangi sokağın hangi bilinmez kaldırımına emanet edecektir hayatının geleceği yavrularını?

Ve bilinen son, birkaç gün yaşanır. Hayattan ve ölümden, yokluktan ve yoksulluktan, hüzünden ve yalnızlıktan dahi kıskandığı yavrularının gölgesini evinin sevinçli vahasında göremeyince, dayak denilen o utanılası kırbacı müşfik eline alacak ve minik yavrularının bedenine öfkesinin kaynar suyunu boca edecektir.

Bir baba, yokluktan yoksulluktan da olsa, öfkesine niye kurban etsindi canından kopardığı minik yavrularının bedenini ve yüreğini? Bu sorunun yanıtını herhangi bir ana-baba sözlüğünün satırları arasında bulmak mümkün mü?

Hayatı gökkuşağı
Bu hikâyenin kan kırmızısı ve ayçiçeği sarısı bir yana, bir de Sevim ve Gülçehre ve Egemen'in körpecik hayatlarını kuşatan gökkuşağı bezeli renklerine bakalım...

Sevim, Gülçehre ve Egemen şimdi Adana Çocuk Esirgeme Kurumu'nun yuvasındalar. Yuvadan adımımı atar atmaz, kucağımı çocukların o tarifi imkânsız kokusuyla çocuk bedenleri dolduruyor.

Anlıyorum ki, dünyanın neresinde olursa olsun çocuklar "çocuk" kokuyor.

Ama ben, Sevim'in, Gülçehre'nin, Egemen'nin kokusunu arıyorum. Egemen'in kokusunu televizyon seyredilen bir odada buluyorum. Egemen, arkadaşlarıyla Temel Reis'i izlerken Gülçehre, odanın arka sahanlığında, yüzükoyun yatmış çocukluğunun düşlerini arıyor belki...

Ama bir hüzün var Egemen'in yüzünde, hayatımın hiçbir döneminde tanık olmadığım... Aynı hüznün yansıması Gülçehre'nin suretinde de yansımasını bulmakta... Bütün arkadaşları bir sevinç içinde, kendilerine sığınacak bir kucak ararken, onlar biraz buruk bir sevinçle körpe hayatlarının akacacağı bir neşe vahası arama çabasındalar sanki...

Ömrü kınalı
Sevim, ablaları yani, bahçede... Bahçede Sevim'i buluyorum. Yine o, yarım saat içinde sanki yıllardır yaşadığım kucaklaşma, koklaşma...

Sevim yarın, birkaç gün önce bıraktığı ilkokul üçüncü sınıfın kapısını aralayacak. Kardeşi Gülçehre ikinci sınıfın...

"Egemen de ilkokula başlar artık" diyor. Elimdeki çantaya sarılıyor, birkaç gün önce bıraktığı okul çantasının özlemiyle...

Saçlarını kısacık kestirmiş... "Kız, artık uzat bunları" diye takılıyorum. "Uzatacağım, kadife çiçeklerinden tokalar da takacağım" diyor. Parmaklarına bakıyorum, tırnakları kına renginde... "Yok, bunlar kına değil, oje sürdüm" diyor. Kıpkırmızı imiş ojeleri, ama sanki son birkaç gündür yaşadıkları gibi, ojelerinin de rengi solmuş...

"Büyüyünce ne olacaksın?" diyorum. Tek kelimeyle yanıtlıyor: "Polis..."

Başka soru sormuyorum.

Yoksulluğun sonu
Üç kardeş, üç can eriği, çan çiçeği... Üç hüzün anıtı, çocukluğun nazik kiliyle yoğurulmuş... Anne şefkatini yüreklerinin sıcaklığına saramamış üç yadigârı yokluğun ve yoksulluğun...

Sevim'in gülmenin, gülümsemenin harmanında acıya savrulmuş yüzü, yalnız yüzü kalıyor gözbebeklerimin ışıltısında...

Elimi tutuyor, yanağını yanağıma ekliyor, "Beni bırakma, al götür çocukların, çocukluğun adı yazılmamış tarihine" der gibi... Ama zamanı yüreğin sevgisi ve sevinciyle uzatmak ne mümkün?

Ve tükeniyor zaman...
Şimdi ayrılığın hükmü geçmekte devrana...

Sevim'i ve Gülçehre'yi ve Egemen'i, çocukluklarının serinliğinde bırakıyorum.

Ben Yuva'nın ön kapısından çıkarken arka kapıdan babaları Yusuf Arslan'ın ziyaret haberi geliyor.

Hangi babanın yüreğinde kötülüğün ve ayrılığın, hüznün ve öfkenin çiçeği filize durabilir? Baba özlemdir, çocuklar sevinç...

O özlemle sevinç arasında bırakıyorum onları ve çekiliyorum aradan...

Biliyorum, bu sılaya, bu kavuşmaya yüreğim daha fazla dayanamayacak...

Kızımı bana verin! Nazan ERDEM
ADANA, geçen hafta ikinci bir dayak olayıyla sarsıldı. 5 yaşındaki Kübra Kuru, üvey annesi Hacer Kuru tarafından hastanelik edilinceye kadar dövüldü. 4 aylık hamile üvey anne çıkarıldığı mahkemece tutuklandı. Kızının üvey annesi tarafından dövüldüğünü gazetelerden öğrenen öz anne Necla Çil (23) kızını eski eşi Mithat Kuru'dan geri alabilmek için mahkemeye başvurdu.

Babasına teslim edildi
KÜBRA, SSK Adana Hastanesi'nde Beyin Cerrahi Servisi'nde bir gün gözetim altında tutulduktan sonra taburcu edilerek babası Mithat Kuru'ya teslim edildi. 3 yıl önce eşinden ayrılıp ikinci kez evlenen Necla Çil ise eşinin kızını kendisine göstermediğini iddia ediyor ve ekliyor: "Üvey annesi kızımı bayılana kadar dövmüş. Her yerinde morarıklar vardı. İnsan olan bunu yapamaz. Canavar kadın cezalandırılmalı."

"Kızımı göstermedi"
DURUŞMALARA katılmadığı için kızının babasına verildiğini söyleyen Necla Çil'in son sözleri ise şöyle: "Mahkeme kızımın hafta sonlarında bana verilmesine karar verdi. Ancak buna rağmen eşim kızımı bana hiç göstermedi. Kendi kızımı yabancıymış gibi uzaklardan seyredebiliyordum. Kübra'yı bu ailede bırakmak istemiyorum. Almak için mahkemeye başvuruda bulundum. Ne olur Kübra'yı bana versinler. Üvey annede kalıp daha fazla acı çekmesin. Ben anneyim, yüreğim dayanmıyor."

REFİK DURBAŞ


Copyright © 1999, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş. - Tüm hakları saklıdır