PERŞEMBE 15 NİSAN 1999
Tıp ilminin babası... Efsane bilgin... Yeryüzündeki bütün doktorların piri... Ulu insan Lokman Hekim, elindeki kağıdı sımsıkı tutsaydın... Bırakmasaydın Adana'nın rüzgarına... Satırlarında "ölüme çarenin" yazıldığı bu kağıdı Seyhan Nehri'nin suları alıp götürmeseydi...
Her bitki dile gelmiş...
"Yaz Lokman" demişti...
Sen de sülün kanadından kalemini siyah mürekkebe batırıp tek tek yazmıştın:
Papatya şu derde...
Zakkum şu sıkıntıya...
Katır tırnağı şu yaraya...
Isırgan otu şu çarpıntıya...
Devadır....
Bitkilerin sırdaşı büyük doktor, bir gün "ölüme çare olan bitki de dile gelip, ölümsüzlüğün formülünü" anlatmıştı ve sen tam onun adını yazarken elindeki kağıdı Adana'nın rüzgarı savurup kapmıştı. Seyhan'ın cömert sularına gömülmüştü ölümsüzlüğün çaresi...
Büyük bilgin...
Doktorların piri...
Lokman Hekim, üzerine ölümün çaresini yazdığın kağıdın yitip gitmesine izin vermeseydin şimdi Şerafettin Amca da yaşıyor olacaktı.
Şerafettin Amca...
Hiç direnmedi...
Bıraktı vücudunu...
Toplamadı bilincini..
Koyverdi kendini...
Teslim oldu, umarsız hastalığa... Çünkü hiç yakıştıramadı bu hastalığı kendine... O kadar ışın tedavisi yapıldı göğsüne, sırtına, omuzuna, bir o kadar da ağır ilaç şırınga edildi damarlarına...
Sekiz ay boyunca...
Kemoterapiye götürüldü...
Koşturuldu fizyoterapiye...
Şerafettin Amca'nın vücudu cevap vermedi ne fizyoterapiye, ne kemotarapiye... Kendisi de hiç diklenip, "yenerim ben bu musibeti..." demedi.
Sigara hiç içmemişti....
Yılda bir ya da iki kez çok önemli günlerde iki tek atmaktan başka, içki de içmezdi. Kumar da oynamazdı... Gece erken yatar, sabah erken kalkardı... Yaşı yetmişi geçmiş, saçları ağarmış, vücudu küçülmüş fakat hayata tutunma coşkusundan hiç bir şey yitirmemişti. İlk gördüğü günden beri sevgisini hiç azaltmadan bağlandığı 54 yıllık eşinin, 1 oğlunun, 4 kızının, 8 torununun, gelinin, damatlarının, yakın uzak akrabalarının, komşularının, iş arkadaşlarının, tanısın tanımasın büyük-küçük bütün insanların dudaklarındaki gülüşü, ruhlarındaki eğlenceyi, gönüllerindeki sevinci paylaşmaya, bahçelerdeki gülün, sümbülün rengini seyretmeye, figan etmediği zamanlar bülbülün ötüşünü dinlemeye doyamamıştı.
Bu yüzden yakıştıramadı...
Bu hastalık onu bulmamalıydı...
Bu yüzden direnmedi...
Bıraktı kendini Azrail'e...
Oysa çetin, zorlu, sıkıntılı bir hayat yolu katetmişti. Pek yürekliydi... İyi niyetliydi... Çok çalışkandı... Kelimenin tam anlamıyla dürüsttü...
Zengin yoksul gözetmezdi...
Bilginle bilgin...
Çocukla çocuk...
Gençle genç...
İhtiyarla ihtiyar olurdu. Herkes bu yüzden onu 'Şerafettin Amca' diye çağırdı... Şerafettin Amca, Kafkasya'dan 5 yaşındayken Ağrı'ya göç etmiş Ahıska Türkleri'ndendi... Ahıska Türkleri; toprağın sabrını ve gülmahur ağaçlarının direncini taklit eden insanlardı. İki şeye tutunurlardı: dürüstlük ve çok çalışmaya... Şerafettin Amca da Ahıskalı babadan, anadan, dededen gördüğü bu iki şeye yapışırdı. Ve oğluna da, kızlarına da hep; "Kendine güven, sadece kendine güven... Olandan bitenden kimseyi sorumlu tutma... Varsa ortada bir özür onu sen kendinde de ara... Çok dürüst ol ve çok çalış..." diye öğütlerdi. Ve öğütlerini tutuyorlar mı diye uzaktan, çaktırmadan oğluyla kızlarının hâl ve gidişini denetlerdi.
Şerafettin Amca, muhacirdi...
Ahıska göçmeni...
Göçmenlerin dinmez enerjisine sahipti. Ağrı'nın Eleşkirt kazasında büyümüş, askere gitmiş, askerlik dönüşü çok sevdiği toprağını, başı hep dumanlı Köse Dağı'nı, 9 ay karla kaplı Kılçıgediği dağlarını, akan suları, doğan güneşi, tarlada beraber tırpan salladığı arkadaşlarını, ormandan birlikte mertek kesip getirdiği yoldaşlarını, camide namaza durduğu dindaşlarını bırakıp, Adana'nın sarı, tozlu sıcağına ailesiyle göçüp gelmiş, hayat kurmaya koyulmuştu.
Büyük şehirde işçilik...
PTT önünde yazıcılık...
Adana Büyük Postanesi önünde bir sandalyede oturur, dizleri üstünde okuma bilmeyenlerin oğullarına 'zabit' adı verilen bir çeşit karakalemle asker mektubu yazardı...
Üç-beş kuruş toplardı...
Belediye zabıtaları Bossa Fabrikası'nın çeperine yapışmış gecekondularını yıkmaya geldiklerinde de komşularıyla birlikte taş atar, yuh çeker, feleğe küfrederdi...
Sıkıntılar, yokluk...
Yıldıramamıştı onu....
Direncini kırmamıştı...
Fakat bu umarsız hastalığa karşı hiç direnmedi. Çünkü yakıştırmadı onu kendine...
Tıp ilminin babası...
Efsane bilgin...
Yeryüzündeki bütün doktorların piri Lokman Hekim, "ölüme çarenin yazılı olduğu kağıdı" bırakmasaydın Seyhan Nehri'nin sularına... Şimdi Şerafettin Amca, senin o sırdaşı olduğun bitkiden öğrenip, sülün kanadı kaleminle kağıda döktüğün çareye başvuracaktı.
İçecekti ölümsüzlük ilacını.
Şimdi yaşıyor olacaktı...
Ve her sabah uyanır uyanmaz evinin balkonuna koşup, aşağıdaki küçük bahçeye kendi elleriyle dikip büyüttüğü güllerinin açılışını sevinçle seyrediyor olacaktı ...
Şerafettin Amca...
Benim babamdı...
Babamızı kaybettik...
Acımız sonsuzdur...