CUMARTESİ 12 EYLÜL 1998
Sevgili ve sevimli Sakıp Sabancı, kendi özel koleksiyonundan eski Osmanlı Hattatları'na ait 70 seçkin parçayı, Dünya'nın en ünlü müzelerinden New-York Metropolitan Müzesi'nde sergileme olanağı buldu.
Serginin açılışında Sakıp Bey'in yaptığı konuşma, eski zamanlardaki ilkokul müsamerelerinde tekrarlanıp duran "vatan, millet, Sakarya" tiradlarına benziyordu sanki:
"Yılda 5 milyon insanın ziyaret ettiği bir müzede Türk bayrağını dalgalandırıyoruz. Sanat konusunda Türk bayrağını buraya koyuyoruz. Bu bayrak burada durdukça, tarihimizin güzelliklerini görecekler. Bizi görmek istemeyen gözler var ya, onlara bir yumruk koyacağız. Kulaklar var ya, bizi duymuyor, onlara bir yumruk gelecek..."
Uluslararası bir müzede, rönesans dışı kalmış değişik bir ülkeyle ilgili bir sergi açılırken, sanırım ilk kez böyle aşırı hamaset kokulu bir nutuk söyleniyor.
Aynı nutku bir İranlı'nın, yahut bir Yunanlı'nın, yahut bir Ermeni'nin ağzından dinleseydik... Örneğin şöyle:
"Sanat konusunda İran bayrağını buraya koyuyoruz. Bu bayrak burada durdukça, tarihimizin güzelliklerini görecekler. Bizi görmek istemeyen gözler var ya, onlara bir yumruk koyacağız..."
"Sanat konusunda Yunan bayrağını buraya koyuyoruz. Bu bayrak burada durdukça, tarihimizin güzelliklerini görecekler. Bizi görmek istemeyen gözler var ya, onlara bir yumruk koyacağız..."
"Sanat konusunda Ermeni bayrağını buraya koyuyoruz. v.s..."
Sakıp Bey'le zaman zaman sürdürdüğümüz ahbaplıkların takvimi, 20 yıla yakın bir geçmişe dayanır.
Kendisine bir türlü eski Sovyet düzeniyle, Marx'ın "Değişimçi Monizmi"nin ayrı ayrı şeyler olduğunu anlatamadım.
Anlatamadım ki Karl Marx'a göre bizim Arz yuvarlağı da, durmadan değişen Kozmos'un miniminicik bir parçasıdır ve Kozmos'daki o sürekli değişim sisteminin dışına çıkıp, kendi başına "duraganlık" edemez...
Ben:
- Marx, dedikçe...
O da:
- Gördün, Sovyet komünizmi nasıl çöktü. Herkes hata yapar, sen de hata yapmış olabilirsin, ziyanı yok, diyordu.
Ben ise "Marx'ın sürekli değişim" saptamasını kasdederek:
- Ben hata yapmadım, diyordum.
Sakıp Bey ise:
- Sen beni affet, diyordu. Ben senin hep günahını almışım. Ben sanıyordum ki sen kafayı çekince böyle konuşuyorsun. Meğer sen kafayı çekmeden de hep aynı konşuyormuşsun.
Beni azıcık daha dikkatli dinlese, Arz yuvarlağı üstündeki sürekli değişimin; Kozmos'la ilişkili -asla önlenemeyecek- bir nitelik olduğunu şıpınişi algılayacaktı. Ama o Sovyet komünizminin çökmesini Marksizmin iflası olarak görmeye kilitlemişti kendisini. Benim ne söylediğime boşveriyordu.
Şimdi yine gelelim bir sanat sergisinin açılışında yapılan bir konuşmanın hamaset rüzgarlı olmasına...
Kazara Japon dostlar da Sabancı'yla olan ortaklıkları sonucu, İstanbul'daki fabrikalarının her açılışında, "Japon bayrağını Türkiye'ye bir kez daha diktik..." diye nutuk söyleseler...
Hamaset edebiyatı itici bir edebiyattır. Sanat ise tıpkı bilim gibi insanlığın tek ortak "Sera"sı...
Bir gün Sakıp Bey'le yine bir yerde karşılaşırsak, anlatmak isterdim kendisine; sanat tarihinde "hüner" nedir, "yaratıcılık" nedir?
Fotoğrafın icadından önceki ressamlar neden "hünere" büyük ağırlık verdiler de, fotoğrafın icadından sonra neden "yaratıcılık" daha ağır bastı?
"Varlıklı olmak" ile "var olmak" arasındaki binlerce yıllık perspektivler içinde dolaşmanın da kendine göre bir lezzeti var.
Tam bilmiyorum ama, sevgili ve sevimli Sakıp Bey de arada sırada böyle bir lezzeti özlüyor gibi...