ÇARŞAMBA 02 EYLÜL 1998
Ankara'daki siyasal kirliliğin hangi volümlere ulaşmış olduğu, nerdeyse saat başı daha çok çıkıyor ortaya...
Genç dostlar ve özellikle de genç kurmaylar, benim kuşağımdan bazı siyasetçilerle bazı militerleri daha derinliğine inceleme olanağı bulurlarsa, çok şaşırtıcı durumlarla karşılaşacaklardır.
İkide birde "Atatürk Atatürk" deyip duranların, ne Gazi'nin "Söylev ve demeçleri"ni incelemiş, ne de Sevr ile Lozan'ın, metinlerini karşılaştırmış olduklarını göreceklerdir.
Ben de vaktiyle Şark kurnazlığından peteklenen belkemiksiz bir oportünizmin ne ölçüde bir palavracılığa dayandığını farkettiğim için, 1962'de "Atatürk'ün sosyal görüşleri" diye bir inceleme yayınlamıştım.
1928'de Taksim alanına dikilen -İtalyan heykelci Canonica'nın yaptığı- Bağımsızlık Anıtı'nda neden iki de Sovyet generalinin heykelinin bulunduğu çok iyi anlaşılıyordu o incelemelerde...
Şimdi buraya bir nokta koyalım ve Ankara oportünizminin hangi utanmazlıklara kadar uzandığının daha değişik bir sayfasına dönelim...
1960'lı yıllarda Türkiye'nin neresine gitseniz, hemen hemen bir çoğunda, parklara, yahut resmi bina bahçelerine dikilmiş şöyle bir pano görürdünüz:
"Komünizm her görüldüğü yerde ezilmeli. K. Atatürk"
İnönü'nün de belirttiği gibi siyasal zekâsı her türlü yeteneğinin üstünde olan Gazi'nin, böylesine toplumsal bir provokasyonculuk yapması aklın alacağı bir budalalık mıydı?
Kaldı ki Gazi 28 Aralık 1920'de kendisini ziyarete gelen Ankara eşrafına, Ferit Paşa kabinesinin kendisini Bolşevik olarak damgalamısından yakınıyordu.
1 Mart 1922'de Büyük Millet Meclisi'nin 3. toplantı yılını açarken yaptığı konuşmada da her açıdan ezilmiş, yedi yüzyıl boyunca insan deposu olarak kullanılmış, sömürülmüş köylü yığınlarının, "Türkiye'nin hakiki sahibi ve efendisi" olduğunu söylüyordu.
Ve bu siyasal rota, Taksim'deki Bağımsızlık Anıtı'na, "Anadolu harekatına" katılmış ünlü Sovyet generali Frunze ile Voroşilov'un figürlerinin de yerleştirilmesine kadar uzanıyordu.
"Komünizm her görüldüğü yerde ezilmeli. K. Atatürk" panosunun gerçek belgesini aramaya başladım...
Bir kitabın son sayfasına Gazi'nin elyazısıyla yazılmış böyle bir cümle çıkarıldı karşıma.
Besbelli ki birileri Gazi'nin elyazısını taklit ederek yazmıştı bunu oraya...
İsmet Paşa'dan -rahmetli Ecvet Güresin aracılığıyla- Gazi'nin gerçek elyazısını aldım. Kitaptaki yazının fotokopisiyle birlikte her iki yazıyı da İsveç Teknik Kriminoloji Labaratuvarı'na gönderdim.
1 Eylül 1965 tarih ve "Gunnar Sandström", "Nist Landin" imzalarıyla gelen raporda "Atatürk'e ait olarak gösterilmiş olan yazının Atatürk'e ait olmadığı" belirtiliyordu.
Peki ama bu sahteciliği kim yapmıştı?
Münir Hayri Egeli yapmıştı. Kendisi de bunu itiraf etmişti. Egeli'ye göre böyle bir belge vardı. Komünistler yok etmesin diye yerini söylemiyordu. O belgeyi cama dayayarak Gazi'nin elyazısını kopye çektiği için İsveç Enstitüsü "sahtedir" raporunu vermişti.
İşin peşini bırakmadım.
Meclis kürsüsünden de Münir Hayri Egeli'nin nerde saklı olduğunu söylemediği öyle bir belgenin gerçekten bulunup bulunmadığını sordum.
Bulunmadığı açıklandı.
O dönemlerde bu tür sahteciliklerin nasıl yapılmış olduğunu, kendisine uzun ömürler dilediğim Cemal Kutay da olağanüstü iyi bilir.
Hakkı Devrim geçen pazar günkü yazısında vaktiyle açığa çıkarmaya çalıştığım o sahtecilikten söz ediyordu. Benim de aklıma oradan geldi konuya yeniden değinmek...
Ankara'daki siyasal görüntülerin gerçek yüzü kurcalandığında akıl almaz çöplükler çıkar ortaya...
Ne yapmalı ki bunların üstüne gidecek bir muhalefet hiçbir zaman olmadı...