PERŞEMBE 02 TEMMUZ 1998
Yabancı basın ve yayın organları arasında Türkiye haberleri peşinde koşarken, Adana'daki depremin sonuçlarının hergün biraz daha ağırlaştığını görüyorsunuz.
Sabah gazete alıyorsunuz ölü sayısı 116... Gün içinde ölenlerimiz 131'e yükseliyor. Gece olduğunda ise son resmi rakam 136'ya çıkmış...
Binbeşyüz kişinin de yaralı olduğunu bilmek korkulu bekleyişi iyice tırmadırıyor...
Yabancı gazeteler Cumartesi günü Adana'yı üs seçen 6.3 şiddetindeki depremin ardından kırka yakın sallantının da kaydedildiğini söylüyorlar.
İnsanların evlerini terkedip, sokaklarda yaşamaya başladığını bildiriyorlar...
Hatta televizyonlarda sevinç içinde onbir yaşındaki bir çocuğun nasıl kurtulduğuna da şahit oluyorsunuz.
Ancak, bu bilgilere rağmen, Türkiye'de esas tartışmanın "inşaat hırsızlığı alt yapı yetersizliği, kullanılan malzemenin eften püftenliği" üzerinde yoğunlaştığı da vurgulanıyor.
Bu vurgunun altlığını ise Ceyhan'da "yedi katlı modern yapıların korton binalar gibi yıkılıp gittiği" oluşturmakta...
Richter ölçeğindeki 6.3'lük bir sarsıntı Japonya'da ya da Amerika'nın San Fransisco'sunda kayda değer bir hasar yaratmıyor ama Türkiye'de sayısı heran artan çok ciddi bir kayba, çok yüksek bir yaralı sayısına ve harap olmuş kentlere neden olabiliyor...
Aradaki fark, bizdeki "inşaat hırsızlığı..."
Resmi ve özel inşaat işlerinde yasalara göre yapılması gereken "denetim" yapılsa, ihale işlerini Susurluk Çetesi'nin mantığı gerçekleştirmese 6.3'lük deprem ne böyle kentleri yok eder, ne insan öldürür, ne de bu kadar çok insanımızı yaralayabilirdi.
Cumhuriyet'in 75. yıldönümü nedeniyle Türkiye'deki "propaganda" ile deprem ardından dışarıdaki bizim ülkenin imajı arasında uçurumlar var...
Türkiye'de iseniz, haberler öncesinde ve sonrasında, Cumhuriyet'in bir yaşında gibi canlı, bin yaşında gibi köklü olduğunu filan dinliyorsunuz.
Dışarda ise inşaat mafyası, kentlerdeki alt yapı eksikliği, inşaat malzemelerindeki uydurukluk karşılıyor.
Adana'yı merkez alıp, çevreyi inanılmaz ölçüde hırpalayan deprem, bizdeki devlet geleneğinin bir kez daha hiçbir şekilde "halkın çıkarlarını" korumadığını ortaya koydu.
Devletin inşaat hırsızlığını, halkın canından çok daha fazla gözetmekte...
Bunu sadece depremin hergün iç burkan ağır sonucu değil, hiçbir şekilde hesap sorulmaması da doğruluyor.
Dahası da var...
Ankara'daki sistem, bunca olup bitene rağmen, bundan sonra da, ne ihale sistemini değiştirecek, ne mafyanın ayyuka çıkmış dağıtımına engel olacak, ne de bürokratik denetimin işlemediği konusuna eğilecektir.
Herşey eskisi gibi, soygun ve talan üzerine devam edecek, bir sonraki depremde gene ölüler, yaralılar, kağıt gibi çöken binalarla bugünün tartışmaları aynen tekrarlanacak.
Halkın vergileriyle oluşan devlet imkânlarını soygunun kaynağı yapmak, bizdeki sistemin özünü oluşturuyor.
Onun içinde, mevcut sistem halkı değil, devleti elinde tutanlara "hizmet" ediyor. Onun için de mafyalaşmış inşaatçılarla, onlara arka çıkan siyasetçi, denetimi boşlayan bürokrat arasında hiçbir fark bırakmıyor. Hepsi aynı kaynaktan besleniyor.
Aksi olsa, bu yozlaşmanın önü kesilirdi.
Avrupa Birliği, inşaat ihalelerini "uluslararası piyasalarda" gerçekleştiriyor. Devletin paslanmış ve yozlaşmış çarkları arasında insan ölüleri üzerinde hırsızlık anında kesiliyor.
Ama Ankara bunu yapmaz. Yapmadı. Yapmayacak.
Yapsa, Cumhuriyet'in 75. yıldönümünde dünya Türkiye'yi hırsızlığın kol gezdiği, alt yapısını tamamlamamış, malzemesinin kalitesini yükseltememiş, modern görüntülü yedi katlı binalarının film maketi gibi yıkıldığı bir ülke olarak resimlemezdi.
Ama cinayetten utanmayan soygun sistemi bundan mı utanacak?