SALI 30 HAZİRAN 1998
Deprem, bu kez Adana'yı vurdu. Adana, meğerse, kendisi ile Karataş arasındaki "fay kırığı"nın ya da "fay hattı"nın üzerinde bulunuyormuş... Adana'nın nice özelliğini bilirdik de, bunu bilmezdik. Bu şimdi açıklandığına göre, demek ki, jeologlar biliyorlarmış...
Peki, Adana'nın bu özelliği bilindiğine göre, bir depremin her an Adana'yı vurabileceğinin bilinmesi de gerekmez miydi? Buna göre tahminler yapılamaz mıydı? Dolayısıyla, ne tür yapılara inşaat ruhsatı verileceği ya da verilmeyeceği önceden belirlenemez miydi? Müteahhitler daha sıkı denetlenemez miydi? Bu ülkede, insanların hayatını ve kültür abidesi şehirlerini korumaya dönük bir plânlama yapmanın imkânı yok mu? Niye yok?
Deprem, kuşkusuz, bir doğal afet. Ama, bu kadar ocağın sönmesi "Allah'ın hikmeti" veya "alın yazısı" değil. Sorumsuzluğun, laçkalığın, vurguncu bir zihniyetin, aç gözlü bir rant paylaşımının doğal sonucu...
Adana'ya bir konferans vesilesiyle, mart ayının başında gittim. Yaklaşık dört ay önce... Duyduklarıma ve gördüklerime inanamadım. Adana, tam bir "mikrokozmik Türkiye" idi ve bana anlatılanlara göre, "fitili çekilmiş bir saatli bomba"ydı. Türkiye'nin bir dönemdeki efsanev” şehri, inanılmaz dengesizliklerin laboratuvar örneği haline gelmişti.
Aslında, iki Adana ortaya çıkmıştı. Kuzey Adana ile Güney Adana... Seyhan baraj gölünün yanıbaşında şehrin kuzey yönünde yeni bir Adana vardı. Bu Adana, hernekadar tarih ve kültür dokusundan uzaksa da, yüksek bloklar, geniş caddeler, parklar ile Avrupa şehir standartlarına yönelmişti.
Güney Adana ise, tipik bir Gazze, Bangladeş, Afrika şehirlerinin, daha doğrusu onların dahi varoşlarının görüntülerini sergiliyordu. Her iki Adana arasındaki mesafe, çeyrek saat kadardı...
İşin ilginç tarafı, her iki Adana da, "Benim Adanam" değillerdi.
Nereden benim olduğunu sormayın; lise yıllarım Çukurova'da geçti. Adana'nın benim kişisel tarihimde çok mümtaz bir yeri vardır. Adana yoksa, ben de yokum. Deprem, Adana'yı ne kadar sallarsa, beni de o kadar sallar; ne kadar yıkarsa, o kadar yıkar...
Evet, ne Kuzey Adana, ne de Güney Adana; ne benim, ne Yaşar Kemal'in, ne Orhan Kemal'in, ne Abidin Dino'nun, ne Yılmaz Güney'in, ne Sakıp Sabancı'nın, ne Fatih Terim'in, vs. Adana'sıdır...
"Benim" veya "bizim" Adana'mız, Küçük Saat'in, Büyük Saat'in, Kazancılar Çarşısı'nın, Kuruköprü'nün, Taşköprü'nün Adana'sıdır. Romancılara, ressamlara, sinemacılara, sanayicilere ilham veren, onları yetiştiren Adana, bugün, Kuzey ve Güney Adana kutuplaşmasında, marjinalleşmiş halde. Adana, Adana'yı böylesine terkederse, doğa da belli ki ona acımadı...
Adana, Adanalıktan çıkınca, bir sille de altındaki "fay hattı"ndan gelmiş olmalı. Üzerinde işlenen fenalıklara, altındaki "fay hattı" da dayanamayıp, postasını böyle koymuş olmalı...
Adana Güçbirliği Vakfı, alttan, "fay kırığı"ndan gelen depremi değilse de, "fay kırığı"nın üzerindeki, geliyorum diyen "toplumsal deprem"i farkederek, bir süredir çırpınıyordu. Bu vakıf, Vali'sinden Belediye Başkanı'na, tüm odalara, üretici birliklere, çeşitli kuruluşlara uzanan bir "Adana'yı yaşatma plâtformu"... Onlardan edindiğim bilgilerle, 5 Mart'ta bu köşede yayınlanan "Adana-Türkiye" başlıklı bir yazıda ben de "alarm zilleri" çalanlara katıldım. Özellikle yurtdışından bir dizi Adanalı, derhal tepki verdi. Heyhat, ne devlet katından, ne İstanbul'u dolduran Adanalı zenginlerden, ne Adana milletvekillerinden olumlu-olumsuz tek bir tepki gelmedi...
Şimdi, TV ekranları Adana'ya koşan yetkililer ve "önemli kişiler"le dolu. Bostan korkulukları...
Neyse ki, Adana'ya tutkun Adanalılar var. Ben, onları biliyorum. Onların, Adana'nın yaralarını saracağını ve ayağa kaldıracağını da biliyorum...