kapat

02 MART 1997 PAZAR
Mehmet Barlas
Böyle kambur Aslı'nın, topal olur Kerem'i...

Bütün ömrümüz birbirinden nefret eden ve birbirlerini "rejim düşmanı" olarak gören siyasi kadroların kavgasını izleyerek geçti.

İşin garip yanı, birbirlerini ne olursa olsun yok etmeye çalışan kadroların içindeki insanlar, zamanla cephe değiştirdiler. Eski yandaşlarını da "rejim düşmanı" olarak gören, yeni kavgalara girdiler.

Çünkü kavganın sebebi, hep "iktidar olmak" veya "iktidara yakın olmak"tı.

Kavganın özünde, "kalkınma modeli" veya bir "dünya görüşü" farklılığı falan yoktu.

Kaba, ilkel, hoyrat bir iktidar kavgasıydı bu.

Bu kadroların hepsi, "Soğuk Savaş"ın "anti-komünist cephe"sinde yer almış, birer uzantıydılar. Birbirleriyle, kendi aralarında amansız iktidar kavgalarını sürdürürken, bu arada "dışarıdan" biri farklı bir görüş gündeme getirince, hemen birleşip, onu anında susturuyorlardı.

1946-50 arasındaki Bayar-İnönü veya Menderes-İnönü kavgasını hatırlayın.

İki taraf da, birbirini hep "gayri meşru" olarak gördü.

Bu kavganın kötü sonuçları, tabii ki, ülkenin ekonomik ve sosyo-politik yapısına da yansıdı.

"Özelleştirme yapacağız" diye yola çıkan Menderes, sonunda leblebi fiyatına narh koyacak veya şeker fabrikası yapacak kadar devletçi oldu.

"Ülkeye demokrasiyi getiren kişi" olarak yola çıkan İsmet İnönü, sonunda "27 Mayıs 1960" askeri darbesini teşvik eden politikacı damgasını yedi.

Ah bu komünistler

Ama tüm bu kavgadan kaynaklanan iç ve dış politika beceriksizliklerinin asıl sorumlusu olarak, hep "komünistler" gösterildi.

Birbirleri ile sürdürdükleri amansız kavgaya rağmen, hep "komünist komplolar" karşısında birleştiler.

Sonra 60'lar, 70'ler ve nihayet 80'ler geldi.

Bazı aktörler, doğal ömürlerini doldurup, sahneden ayrıldılar. Yerlerine gelen yeniler, aynı iktidar kavgasını, aynı insafsızlıkta ve yine birbirlerini gayri meşru ilan ederek sürdürdüler.

Ecevit'le Demirel, birbirlerinden çok farklı siyasi görüşe mi sahiptiler?

Gerçekten Ecevit "sosyalist"ti de, Demirel "liberal" miydi?

Alın Ecevit'i de, Demirel'i de, bugünleri ile değerlendirin. Aralarında hiçbir fark olmadığını görürsünüz.

Ama tepedeki bu kavga sonunda, tabanda kaç kişi öldü? Ne tür cepheleşmeler oluştu? Ve iki kez daha askeri müdahale gelmedi mi?

Peki sonuç ne?

1950'lere yıkık ve yenik olarak giren Batı Avrupa, kendini onarıp, ekonomik mucizeler yarattı.

1960'lara, "dampingci ve kopyacı" damgası ile giren Japonya, dünyanın, Amerika'dan sonraki en büyük ekonomik gücü oldu.

1970'ler ve 80'lerde, Tayvan'dan, Kore'den başgösteren "Asya Kaplanları" arasına, Hong Kong, Singapur, Malezya ve nihayet Çin de katıldı.

1990'larda ise, eski Sovyet Bloku'nun liberalleşmesini ve globalleşmesini izledik.

Safsataya lüzum yok.

Avrupa Ortak Pazarı'na üyelik için, Yunanistan'la birlikte 1964'te "Ankara Antlaşması"nı imzaladık.

1980'de Yunanistan girdi Ortak Pazar'a. Bu arada Ortak Pazar, "Avrupa Birliği" oldu.

Şimdi Polonya, Macaristan, Çek Cumhuriyeti ve benzeri Doğu Avrupa ülkeleri, Avrupa Birliği'ne girmek üzere. Ama Türkiye'nin tam üyeliği, hâlâ tartışma konusu.


Başarı ölçüleri

1950'nin yıkılmış Batı Avrupası'nda, kişi başına gelir payı 25 bin dolarlar civarında. Enflasyon hızı yüzde 4'ün üzerindeki ülkeler, "problemli" sayılıyor.

Türkiye'de kişi başına gelir payını 4000 dolara çıkartmak veya enflasyonu yüzde 50'nin altına düşürmek ise, "başarı" ölçüsü.

Bu tablo ve bu sonuçlar ayıp değil mi?

Ve daha da kötüsü, aynı kadrolar, uzantıları ve beyin takımları ile, hâlâ kavgaya doymadılar.

Şimdi de yeni kavga, "şeriatçı-laik" kavgası olarak dizayn edildi.

Yine birileri, "nasıl olsa ordu var" demeyi erdem sanıyor.

Kendi ülkesinde, kendi halkının bir bölümü ile kavgalı olmak, sanki Türkiye'nin kaderi gibi gösteriliyor.

Kimse, Türkiye'nin 21'inci yüzyıla nasıl gireceğini, yapılması gerekli reformları, icraatın somut maddelerini tartışmak istemiyor.

Mümkün olsa Anıtkabir'den çıkanlarla, Kocatepe Camii'nden çıkanlara, meydan savaşı yaptırılacak. Bu da, televizyonlardan canlı yayınla, nakledilecek.

"Kader" gibi sunulan bu sürece, "ahmaklık" mı, yoksa sadece "yazık" mı demeliyiz, bilemiyoruz.


MGK

"Muhtıra" mı "demokrasi bildirisi" mi?

Eğer sivilliğinizden ve demokratlığınızdan utanmıyorsanız, Milli Güvenlik Kurulu'nun "bildiri"sini bir "muhtıra" olarak ilan eder ve şenlik yaparsınız.

Ama eğer, halkınıza, Türkiye'nin gelişmiş bir dünyanın parçası olduğuna ve demokrasiye güveniyorsanız, bu bildirinin, şu maddesini alırsınız.

- Türkiye'nin 1997 yılı içinde Avrupa Birliği'ne tam üye olacak ülkeler listesine girmeyi öncelikli bir hedef olarak sürdürdüğü böyle bir dönemde, resmi ve sivil kurum ve kuruluşların bu sürece katkıda bulunmasının gerekli olduğu, bu sebeple demokrasimiz hakkında kuşkulara yol açacak, Türkiye'nin yurtdışındaki imajını ve itibarını zedeleyecek her türlü spekülasyona son vermek gerktiğini, Türkiye Cumhuriyeti'nin laik, demokratik, insan haklarına saygılı, sosyal bir hukuk devleti olduğu yönündeki temel ilkelerinin Anayasımız'ın ve devletin teminatı altında olduğu, rejimin, kendisine ve geleceğine yönelik tartışmaların, içinde bulunduğumuz ortamda, Türkiye'ye yarardan çok zarar verdiği...

Evet... Eğer kendi halkınıza ve demokrasiye inanıp, güveniyorsanız, bildirinin bu bölümünü alırsınız.

Ve dersiniz ki.

- Sivil toplum olarak utanalım. Askerler bile, rejim tartışmalarını doğru bulmuyor. Demokrasiyi korumak, askerler için bile öncelikli hedef artık.

Yani bildirinin yorumu, sizin kimliğinize ve kişiliğinize bağlı bir mesele.


ŞAKA

Hodri meydan!..

Şimdi sıra, Demirel'in günlük demeçleri bırakıp, aktif hayata katılmasında.

Yani ya "köşe yazarı" ya da "politikacı" olacak.

Köşe yazarı olursa, gazete bol.

Ama politikacı olursa, girebileceği parti fazla değil. Bütün alternatifler, Cindoruk'un veya Yılmaz'ın koltuklarında noktalanıyor.


© COPYRIGHT 1997 MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş. (Her hakkı saklıdır)
Bu sayfa YÖRE Elektronik Yayımcılık tarafından hazırlanmıştır. Yorum ve önerileriniz için: editor@sabah.com.tr
YÖRE Elektronik Yayimcilik A.S.