kapat
Anasayfa
|
E-gazete
|
Sarı Sayfalar
|
Arşiv
|
Üye Ol
|
Üye Girişi
|
English
|
Kırmızı Alarm
  
4 Nisan 2009, Cumartesi
Sabah
 
Spor Günaydın Ekler Dosyalar Servisler Multimedya Astroloji Kültür-Sanat İşte İnsan Emlak Çocuk Yazarlar Çizerler
Gündem Siyaset Ekonomi Yaşam Dünya Teknoloji Turizm Otomobil
 
24 Saat
24 Saat

Kürtçe yemin erkendi

Nur Batur
03.04.2009
6 Kasım 1991'de Meclis tarihi günlerinden birini yaşıyordu. SHP'yle ittifak eden HEP kökenli Hatip Dicle yeminine "Ben ve arkadaşlarım bu metni anayasanın baskısı altında okuyoruz" diye başlayınca Meclis'te kıyamet koptu..
SUNUŞ
DTP Güneydoğu'da 9 ilde zafer kazandı. Hakkâri'de yüzde 79, Diyarbakır'da yüzde 64'lere ulaşan oy oranıyla. "Kürt kimliğinin ve haklarının tanınması" vaadiyle sandıktan çıktılar. Peki bundan sonra ne yapacaklar? Kürt sorununun çözümü için esen barış rüzgârını güçlendirecek adımları atabilecekler mi? Yani PKK'yı silah bırakmaya çağıracaklar mı? Yoksa zafer sarhoşluğuyla daha fazla PKK'nın çizgisine mi kayacaklar? Şimdiye kadar yapılan hatalardan herkes ders alıp akan kanı durduracak mı? Bunu önümüzdeki günler gösterecek... Hem geçmişe hem de geleceğe ışık tutmak için 1991 ve 1994'de yaşananları mercek altına aldım. Geçmişten kalan tatsız iki fotoğraf karesi hâlâ zihinlerden silinmedi. İlki 6 Kasım 1991'de Meclis'te yemin töreni sırasında çekildi. Leyla Zana başına PKK bayrağının renklerini taşıyan kırmızı, sarı ve yeşil saç bandıyla Kürtçe yemin ediyordu. İkinci karede ise 2 Mart 1994'de Meclis Şeref Kapısı'nın önünde, bir sivil polis, dokunulmazlığı kaldırılan Şırnak milletvekili merhum Orhan Doğan'ı ensesinden yakalayıp otomobile sokuyordu. Bu iki karenin üzerinden davalar, hapishaneler, şehit cenazeleri ve gözyaşlarıyla dolu toplam 18 yıl daha geçti. Türkiye bugün yeniden kritik bir dönemece geldi. Şimdi herkes yeniden birbirine "Bu kez barışı yakalayabilecek miyiz?" diye soruyor.

* * *
Geldiğimiz kritik dönemeçte, filmi geriye sarıp hem yemin töreni hem de DEP'lilerin dokunulmazlıklarının kaldırıldığı günlerde yaşananları bir kez daha izledim. O günlere ait yüzlerce sayfalık TBMM tutanaklarını okudum. Tutanakları okurken toplam 36 sıcak saati sanki yeniden yaşadım. Başkanlık kürsüsünün önünde oturup saatlerce olayları ve konuşmaları kaydeden stenografların müthiş bir iş yaptıklarını söyleyebilirim. 36 saatin kahramanlarıyla da konuştum. Erdal İnönü'yle ölümünden kısa bir süre önce konuşmuştum. Dosyalarımda tarihe ışık tutacağı günü bekliyordu. Bu dizide, tozlu raflarda kalan 36 sıcak saatin düşündürücü hikâyesini ve şimdiye kadar karanlıkta kalan gizli pazarlıkları okuyacaksınız Türkiye ve dünya tarihine geçen o sıcak saatlerin bedeli herkes için çok ağır oldu. TBMM tarihe "Polis ablukasına alınan Meclis" diye geçti. Kürt kökenli milletvekilleri ise demokratik süreçte yerlerini alamadılar. Ama en ağır bedeli 18 yılını kaybeden Türkiye ödedi. O günkü filmi, bugünün gözlüğüyle yeniden izlemenin, Türk demokrasisinin geleceğine ve uzlaşma kültürünün gelişmesine ışık tutacağına inanıyorum.

Ali Rıza Septioğlu o gün siyah frakın içinde hiç de rahat değildi ama Türkiye Büyük Millet Meclisi'ndeki en yaşlı üyeydi ve yeni yasama yılının açılışına başkanlık etmek zorundaydı. O gün Elazığ'lı Septioğlu'nu siyah fraktan daha fazla rahatsız eden başka bir şey daha vardı. Başkanlık kürsüsüne yürürken kendi kendine söyleniyordu: "Ya gösteri yapmaya kalkarlarsa? Ya ortalığı karıştırırlarsa?" Aslında Septioğlu, Meclis'in en renkli isimlerinden biriydi. Babacan tavrıyla yıllardır herkesin sempatisini toplamıştı. Doğulu aksanıyla Türkçe konuşur, herkesle de şakalaşmaya bayılırdı. Salona giren herkesin gözü önce sağ locada oturan Genelkurmay Başkanı Orgeneral Doğan Güreş ve kuvvet komutanlarına çevriliyordu. Oturumu başlatan gonk çaldığında salonu dolduran yüzlerce gazeteci tarihe tanıklık etmenin heyecanı içindeydiler ve ben de o gazeteciler arasındaydım. Başkan Septioğlu, "Jükranlarımı sunarim sayin milletvaakilleri" diyerek giriş konuşmasını kâğıttan okumaya başladı. Ardından yeminini kâğıttan ağır ağır okudu. Sonra da yemin için Adana'dan başlayarak tek tek milletvekillerinin isimleri okunmaya başlandı. O gün ilginçtir, sadece başkan değil, başkanlık kürsüsünde oturan katip üyeler de Kürt kökenliydi...

MECLİS'TE AYRIM YOK
O günkü siyasi tabloyu salonda en ön sırada oturan Süleyman Demirel'den dinleyelim: "Türkiye'de ve TBMM'de bir ayrım yoktur. Milletvekillerinin hepsi eşittir. Kendilerini Türk ve Kürt ya da başka bir unsurla ayırmazlardı. TC devleti, etnik varlık, ırk veya din varlığının üzerine değil, ırk ve din varlığının üstüne çıkmış, laik ve tek bir devlet olarak kurulmuştur. Bunun muhafazası, Türkiye'deki devletin bekası da barış da buna bağlıdır. Anayasaya göre, Türk devletine vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkes Türk'tür. Bütün milletvekilleri de Türkiye milletvekilidir. Millet tek. Devlet tek. Bayrak tek. Ülke tek. Ulusun ve devletin bütünlüğü söz konusu." O gün Başkanlık kürsüsünde oturan Septioğlu Demirel'in yakın dostuydu. Demirel, "O Kürt asıllıydı ama çok vatansever bir adamdı. Yakın dostum arkadaşımdı" diye anlatıyor ve şöyle diyor: "Ailesinin böyle bir harekete girmesinde gördüğü zararları çok iyi bildiği için, bunların yanlış şeyler olduğuna kaniydi. Türkiye'nin birliğine sadık bir insandı. Yani ortada iki unsur vardı. Biri Meclis'in riasetinde oturuyor ve daha önce 1930'lu yıllarda fiili hareketlere karışmış ve zarar görmüş bir ailenin unsuru oturuyor. Türkiye birliğine bağlı. Yemin törenine katılanlar arasında da Kürtçülük yapanlar var. Hangisinin yaptığı doğru derseniz, eğer Meclis kürsüsündeki adam yanlış yapsaydı orada oturamazdı." Yeniden genel kurul salonuna dönelim... Katip Sedat Bucak tek tek illere göre milletvekillerinin adlarını okumaya başladı. Adana, Ankara, Antalya, Artvin, Çanakkale, Çorum, Denizli derken sıra Diyarbakır'a geldi... Salondaki hava öylesine gergindi ki, herkes "Bir an önce ne olacaksa olsun" der gibiydi. Nitekim "Hatip Dicle" adı duyulunca salon bir anda dalgalandı. Hatip Dicle o tarihte 37 yaşındaydı. İTÜ inşaat mezunuydu. 1970'lerde Devrimci Doğu Kültür Derneği'nde çalışmış, 1984'te gözaltına alınmıştı. SHP listesinden de parlamentoya girmişti. Dicle ağır ağır yerinden kalkıp yürüdü. Kürsüye çıkıp mikrofona eğildi ve "Ben ve arkadaşlarım bu metni anayasanın baskısı altına okuyoruz" deyiverdi... Birden DYP ve ANAP sıralarından büyük bir gürültü koptu. DYP ve ANAP'lılar sıra kapaklarına vurarak protesto etmeye ve bağırmaya başladılar. Dicle ise sanki hiçbir şey olmamış gibi yemin metnini okumaya başladı: "Devletin varlığını ve bağımsızlığını, vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğünü...... Anayasaya sadakatten ayrılmayacağıma.......... Türk milleti önünde namusum ve şerefim üzerine and içerim." Olan olmuştu. Salonda bağırışlar ve sıra kapaklarına vuranlar artıyor, kıyamet kopuyordu. O anı tutanaklardan aktarıyorum: - Ülkü Güney: Sayın Başkan onu aşağı indir! Yemin sayılmaz, yemin yapmadı. - Başkan Septioğlu: Sayin Dicle!!! - Eyüp Aşık: Böyle yemin olur mu? - Başkan Septioğlu: Sayın Dicle!! - Ülkü Güney: Anayasa gereği yemin için, yeminini tekrar etmesi lazım. - Başkan Septioğlu: Sayın Dicle lütfen gelip tekrar yemin eder misin? Doğru Yol, ANAP ve Refah Partili milletvekillerinin çoğu sıra kapaklarına vuruyordu. Bazıları ise çoktan ayağa fırlamış bağırıyordu: "Sözün geri alsın. Sözünü geri alsın", "Anayasa uygun olarak yemin etsin", "Özür dilesin..." Kopan gürültünün içinde Septioğlu ise sürekli "Sayın Dicle... Sayın Dicle... Bir dakika lütfen. Anayasaya göre okuyun..." diye sesleniyordu. Ama DYP, ANAP ve RP sıralarındaki gürültü giderek artıyordu. Bir grup milletvekili yerlerinden fırlayıp kürsünün önüne toplanmışlardı bile: "Sözünü geri alsın. Sözünü geri alsın." Salon ayaktaydı. Yeniden okumaya başladığı zaman salondaki bağırışmalar şiddetlenmişti. Dicle okuduğu metni "And içerim" diye bitirdiği zaman salon durulacak gibi görünmüyordu. Septioğlu iyice bunalmıştı. Artık dayanamayıp Dicle'ye iyice çıkıştı: "Sözümü geri alıyorum de... Ben sana söylüyorum..." Genel kuruldaki bu kavgalı anı okurken aklıma bir soru takıldı; "Acaba HEP'lileri parlamento çatısı altına sokmanın yükünü en fazla omuzlarında hisseden SHP Genel Başkanı Erdal İnönü o an neler hissetmişti?" Bir an "kavganın devam ettiği kareyi "dondurup İstanbul'da yaşayan Erdal İnönü'yü aradım ve "O an ne hissettiniz?" diye sordum. Rahmetli İnönü'yle o gün telefonda uzun uzun konuştuk. İnönü, "Önce yanlış anlamayı düzeltmek istiyorum" diye söze başladı:
"Olay, 'seçime giderken HEP'le ittifak yaptık' diye yansıdı. Öyle değildi. Bir grup milletvekili Madam Mitterrand'ın desteklediği Kürt Enstitüsü'nün konferansına davet gelmişti. Önce "gidilebilir" demiştik. Ama sonra 'yayınlanacak deklarasyonlar yüzünden zor durumda kalacaklar' diye düşündük ve "Gitmeyin" dedik. Önce kabul ettiler sonra cayıp gittiler. Dönünce, partiden çıkarıldılar. Bizim öyle bir niyetimiz yoktu ama disiplin kurulunun kararıydı. Sonra da pişmanlık oldu. Onlar gelmek istiyor biz de istiyoruz. Böyle 5-6 ay geçti. Derken seçim zamanı geldi. 'Tekrar partiye dönelim' dediler. Biz onlara sorduk; 'Sadece seçim için mi geliyorsunuz yoksa partiye mi dönüyorsunuz?' 'Yok' dediler 'Biz partimize dönüyoruz'. Seçim ittifakı değil SHP'ye dönüştü." Ama dönüşte listede iki sürpriz isim daha vardı. İlki Hatip Dicle ikincisi ise Leyla Zana'ydı. Onlar, atılan SHP'liler arasında değildi. Ama İnönü, "Diğerleri dönüyor" diye onların da gelişlerine ses çıkarmadı. İnönü o günlerde kapalı kapılar ardındaki yaptığı konuşmaları da anlattı: "O günlerde oturup konuştuk. Demokratik bir takım istekleri vardı. Güneydoğu'da eşit haklarla yaşamak istiyoruz diyorlardı. 'Acele etmeyin hepsi olur' dedim. Acele ettiler. Kürtçe yemin etmeye kalktılar." Yine Meclis zabıtlarından filmi seyretmeye devam edelim. SHP sıralarının en önünde de Erdal İnönü oturuyordu. Son derece canı sıkılmıştı. Olayların nereye gideceğini kestirmeye çalışıyordu. İki sıra ötesinde ise DYP Genel Başkanı Süleyman Demirel oturuyordu. Sıra kapağına vurup protesto ediyordu. Dicle hâlâ kürsüdeydi! Kürsünün önüne yığılan DYP, ANAP ve RP'liler "Sözünü geri alsın" diye bağırıyorlardı. Septioğlu'nun artık iyice sabrı taşmıştı. Dicle'yi sürekli azarlıyordu: "Sözümü geri alıyorum de. Geri alıyorum de. Sözümü geri alıyorum de. Oku."

YAKASINDAKİ BAYRAK
Dicle, Şeyh Sait'in torunuyla pazarlık yapmaya devam ederken, salonda da kıyamet kopmaya devam ediyordu. Sürekli sıra kapaklarına vuranlar, "sözünü geri alsın" diye bağırışmalar... İşte o anda olaylar kontrolden çıkmaya başladı. Kürsünün önünde bağıran Ertekin Durutürk ve Ethem Kelekçi, Hatip Dicle'nin bulunduğu kürsüye çıktılar. Her şey bir anda olabilirdi. Yine zabıtlardan devam edelim: - Kelekçi: Yakasındaki bayrak önemli - Septioğlu: Lütfen, lütfen, lütfen... - Kelekçi: Bu mendil değil... - Septioğlu: Lütfen, lütfen, lütfen... Durutürk ise yumruğunu kürsüye vurup bağırdı: "Burası Türkiye Cumhuriyeti'nin Parlamentosu. Sözünü almadan yemin edemezsin..." Dicle'yi sıra kapağına vurarak protesto eden Demirel onca yıla rağmen yaşananları anlatırken hâlâ kızgındı: "Etnik terörden devlet de halk da mustaripti. Pek çok kan dökülmüştü. Pek çok şehit verilmişti. Binlerce masum insan hayatını yitirmişti. Daha fazla demokrasiyle bu işin içinde çıkılması nasıl mümkün olacaktır? deniyor. Demokrasi! Buyrun seçim! 1991'de adil hür ve serbest seçim yapılmıştı. Onlar, anayasayla bağlanan Türk milletinin bir üyesi gibi değil, etnik o unsurun sanki temsilcileriymiş gibi hareket etmek istediler. Bölücülük Türkiye'de yapılıyordu. Bu taze seçimin arkasından Meclis kürsüsüne taşınmamalıydı. Taşıdılar. Kimse tepki göstermese ben gösterirdim. Kimse de razı olmadı." Demirel'in de dediği, gibi artık ok yaydan çıkmıştı...