kapat
Anasayfa
|
E-gazete
|
Sarı Sayfalar
|
Arşiv
|
Üye Ol
|
Üye Girişi
|
English
|
Kırmızı Alarm
  
15 Mart 2009, Pazar
Sabah
 
Haberler Spor Günaydın Dosyalar Servisler Multimedya Astroloji Kültür-Sanat İşte İnsan Emlak Çocuk Yazarlar Çizerler
Günaydın Cuma Cumartesi Pazar Emlak Buzz
 
24 Saat
24 Saat
Filmde, Güney'in kadınlar konusundaki görsel çıkışlarından ve Bekir Yıldız öykülerinden izler var.

Duygusal taarruz

YEŞİM TABAK
14.03.2009
Yazı/Tura'nın etkileyici sahnelerinden biri, kamyonda yan yana dizilmiş bir grup askerin sessizce çatışmaya doğru yol aldıkları açılıştı; Güneydoğu'daki T.C. askerleri hakkında, Amerikan askerlerinin Vietnam'daki rock 'n' roll maceralarının onda biri kadar fikir sahibi olmadığımızı hatırlatıyordu; haber bültenlerindeki kurşun askerleri saymazsak... Güneşi Gördüm'ün açılış sahnesi de, 'akşam güneşinin önünden geçen helikopterler'le bizi bir an için Vietnam klasiği Apocalpyse Now'a ışınladığı halde, benzer bir etkiye sahip. Ordu ve PKK'nın çatıştığı dağlarda bir Kürt köyünün sakini olmakla ilgili, duyduğumuz ama pek de görmediğimiz bir olağanüstü halle karşılaşıyoruz. Ramo (Mahsun Kırmızıgül) ve Mamo (Murat Ünalmış), köylerine dönerken askeri operasyonun ortasında kalıp, şans eseri hayatta kalıyorlar. Salt dehşeti değil de ilaveten dağların güzelliğini vurgulamak isteyen, Kırmızıgül'ün istediği gibi 'büyük' duran bir sahne. Sonrasında bir tür komedi hissiyle gevşiyor film. Nereye evrilmek istediğini kestiremiyorsunuz. Eve gidip gelirken kurşunlardan zor kurtulmak, bir kadının altıncı çocukta erkek doğuramazsa kocasının onun üzerine kuma alması ihtimali, efemine tavırlı oğlanın karı gibilik sebebiyle tokadı yemesi; tüm bunlara bazen de neşeli bir delilik, örneğin bir miktar "Vizontele'lik" gözüyle bakabilirmişiz gibi tuhaf bir hava yaratıyor önce film. Yine de köylünün devletle ve PKK'yla ilişkilerindeki trajediyi elden bırakmıyor. Beş-altı haneli bir Kürt köyünde insanların birbirleriyle Türkçe konuşuyor olması, herhalde toplumsal gerçekçiliği 'kitlesel kabul' dahilinde tutmanın bir yolu olarak düşünülmüş.
Politik öfkeyi ön safa yerleştirmemek, kimsenin kuyruğuna açıkça basmadan 'devlet baba' gibi soyut bir kavram etrafında dönmek konusunda kararlı bir film. Onun yerine, melodramın ve garibanlığın en uç noktalarına giden duygusallığıyla taarruza geçiyor. Sakat, kör, topal, yaşlı, zihinsel engelli, yatalak, küçük çocuk, acılı anne ya da töre baskısı altındaki travesti; (Beyaz Melek'ten de fazla) Güneşi Gördüm'de kalabalığı oluşturanlar onlar.
Kırmızıgül garibanların hikâyesini devlet ana/devlet baba, Norveç devleti/Türkiye devleti, ölü ele geçirilen terörist/şehit olan asker gibi açık karşılaştırmalar ve ağır çekim, 'taşkın müzik' gibi klasik cephaneler eşliğinde, 15-20 dakikada bir illa ki gelen dramatik zirvelerle anlatıyor. Sembolizminde de, gayet net bir baskısı var. Ben diyeyim kuru kafa işareti, siz deyin 'süte damlayan kan'... Filmin ilginç tarafı, hikâyesini hem göklere çıkarılan hem de ağır bedel ödeyen bir erkeklik kültürünün hastalığıyla başlatıp, öyle de bağlaması.

MEMLEKET İŞİ KOYU MELODRAM
Yol'da Şerif Sezer'i sırtında taşıyan Tarık Akan'ınki gibi, üzerinde tam olarak yoğunlaşabileceğimiz bir dramatik incelemesi yok filmin. Kırmızıgül yola Güneydoğu'dan çıkan zorunlu göçün haritasını çıkarmak istemiş. Fragmanını izleyince bir dizinin iki sezonunun özetini izlemiş gibi olmamız ve kurgusunun yarattığı zaman algısında yer yer oluşan zaaflar, bu 'kapsayıcılık'ın sonucu olsa gerek. Güneşi Gördüm'de Amerikanvari bir büyük epik filmin estetik hırsları; memleket işi koyu melodram; Yılmaz Güney'in kadınlar hapishanesinin duşunda jiletle kasıklarını alan kadını göstermek gibi 'görsel çıkış'larını anımsatır şekilde salya, dışkı vs.'den çekinmeme hali ve Bekir Yıldız öykülerinin afallatıcı acımasızlığından izler var (Hatta Yıldız'ın Almanya'da geçen Demir Bebek'i, birebir uyarlanmış...) Film, "devlet doğuya biraz yatırım yapsa..."dan sivri bir cümle kurmaya kalkışmaksızın, iki saate sığdırabildiği miktarda açık yarayı sergiliyor.
Kırmızıgül'ün garibanların kol kanat gericisi olarak ortaya çıkan sinemacı kişiliğinin bir Hollywood kahramanı olarak karşılığını görmek isterseniz -ki katiyen tavsiye etmem- Will Smith'in Yedi Yaşam'da canlandırdığı Ben Smith'le tanışmalısınız. Beyaz Melek'te huzurevindeki yaşlılara eziyet eden bakıcıyı tekme tokat döven Kırmızıgül gibi, Ben de Yedi Yaşam'da yaşlıların bakıldığı bir hastane koğuşunun zalim müdürünü tartaklıyor. Fakat daha da ileri gidiyor; çünkü "Hz. Ben" etinden vermeye bile hazır. Kime derseniz, durduk yere hakaret ve küfre maruz kaldığı halde mülayimliğini koruyacak kadar efendi insanlara.
"Adam ol, ciğerimi ye" sözü, büyük ihtimalle bu filmin gelişi sezilerek icat edildi.