kapat
Anasayfa
|
E-gazete
|
Sarı Sayfalar
|
Arşiv
|
Üye Ol
|
Üye Girişi
|
English
|
Kırmızı Alarm
  
2 Mart 2009, Pazartesi
Sabah
 
Haberler Spor Günaydın Ekler Dosyalar Servisler Multimedya Astroloji Kültür-Sanat İşte İnsan Emlak Çocuk Çizerler
Sabah Günaydın Cuma Cumartesi Pazar Buzz
 
24 Saat
24 Saat
HASAN BÜLENT KAHRAMAN

Dünyanın ucuna varmak

Gözümde büyüyen ama sevgili Nermin'in ve Lufthansa'dan İnci Gökçe Hanım'ın katkılarıyla tahmin edemediğim kadar kolay geçen 20 saatlik yolculuktan sonra uçağın tekerlekleri yere vurduğunda aklımdan bir cümle geçti: dünyanın ucuna geldim. Fransız yazarı Celine'in büyük romanının adı olan Gecenin Ucuna Yolculuk'tan mülhemdi belki ama bence ondan daha zorlu bir şeydi dünyanın ucuna varmak ve orası Los Angeles'ti. 15 yıl sonra kara filmlerin şehrine geri dönüyordum. Bir konferansa katılacaktım.
Los Angeles şaşırtıcı bir şehir. Manhattan da büyüktür, geniştir ama burası gibi değildir. NY hakkındaki en klasik yazılardan birisini yazmış E.B. Thompson'a göre onların "blok" dediği şey yani iki sokak arası tam bir mahalle havasındadır. Burada öyle bir şey yok. Akıl almaz bir alana kurulmuş uçsuz bucaksız bir kent Los Angeles. Değil bir yerden bir yere gitmek iki bina arasında bile yürümek neredeyse olanaksız. İnsanların ayakları yok bu kentte arabaları ve onların tekerlekleri var.
İniyorum şehre. Los Angeles zor ama Amerika'da yaşamak kolay. Zamanında burada yaşamış Bedri Baykam'a niye diye sorduğumda önce iklim demişti. Sonra, demişti, cebinde bir kredi kartın ve ehliyetin varsa her şey senin. Aynen öyle. Her şey ucuz ve kolay. Hele krizde fiyatlar yarı yarıya düşmüş. Kiraladığım arabaya son dakikada bir de şoför ekliyorum gene de hiçbir şey tutmuyor. Şoför kadın beni kapıda bekliyor, biniyorum arabaya ve yollarla birlikte Los Angeles benim oluyor bir anda.
15 yıl önce buradaydım, güzel bir macera eşliğinde. O zaman da çok sevmiştim. Havada bana neyi ve nereyi hatırlattığını bilmediğim bir ışık dalgalanıyor. Biraz çocukluğumun Antalya'sına, epeyce İzmir'e, bir nebze Toscana'ya benziyor. Güneş ve yağmur var. Hava 20 derecelerde. Türkiye ve Avrupa'da çiçekçi vitrinlerinin en egzotik bitkileri sokak kenarlarında büyüyor. Ben şehrin iş ve finans bölgesinde kalıyorum. 22. kattaki otel odasının camından suratıma Citi Bank'ın binası tokat gibi çarpıyor ama üç gün sonra onların suratına yüzde 36'larının devletleştirilmesi tokat gibi çarpacak. Şehir sonu görülmez bir krizin ortasındayken de cam, çelik, beton ve ışık olarak uzanıyor ayaklarımın altında.
İlk gece sokaklar bomboş. Sebebi belli: Oscar ödülleri. Otel lobisinde bizdeki milli maç heyecanıyla düzen kurulmuş. Hollywood bu şehirde. Ama kendisi bir şehir Hollywood'un. Benim kaldığım yere neredeyse 30 km uzaklıkta. Kent zaten merkeze her birisi aşağı yukarı bu mesafede mahallekentlerden oluşmuş. Devasa bulvarların oluşturduğu ızgara sistemi içinde yol bulmak çok kolay. Batıya doğru 50 kilometre gidince okyanusa varıyor insan: dünyanın ucu! Ve orada plajlar var, büyük kumsalların kıyısında.
LA Amerika'nın en kozmopolit şehirlerinden. Güneyden Meksikalılar, deniz ötesinden Uzakdoğulular geliyor. İnsan içinden geçince Chinatown filmindeki mekânın niye Çin mahallesi olduğunu anlıyor. Fakat İngilizce konuşup anlaşmak zor. İyi İngilizce şehrin pahalı bölgelerindeki "beyazlar" arasında geçerli. Beverly Hills o bölgelerin başlıcası. Yeryüzünde kişi başına düşen gelirin en yüksek olduğu nokta. Rodeo Drive 200 metre bir sokak ve dünyanın en pahalı mağazalarına sahip. Santa Monica'da da burada para harcayan insanların deniz kıyısındaki evleri var.
Amerika her şeyin sirk olarak yaşandığı ve bir tiyatro dekoruna dönüştürüldüğü hakiki anlamda sürreel bir yer. Venedik Plajı'na bütün kanallarıyla birlikte yapay bir Venedik inşa edilmiş. Miami'deki gibi, deniz kenarı ve tatlı hayat deyince akıllarına ilk gelen, hayallerin rengi saydıkları pembe dokunduğu her şeyi burada da kiçe çevirmiş. Kadınların estetikleri, erkeklerin haşmetli gövdeleri bile her şeye gerçek dışı bir anlam veriyor. Bu kıyılardaki Bob Marley ve özgürlük devrimi esintili hayat kırıntıları biraz üzücü çünkü inandırıcı olmaktan uzak.
Kente alıştım, yolları öğrendim, şoförü savdım. Ayrıca kaybolsam da önemi yok. Konferanstan vakit bulunca kobalt "cehvy"nin gazına basıp, Malraux'nun lafına uyup gidebildiğim en uzak yere gitmeye çalışıyorum. Her şeyde o sirk havası olunca akşam çok zamandır adını duyduğum eski bir sanayi yapısından dönüştürülmüş ve 19. yüzyıl Paris "bordel"leri gibi düzenlenmiş, içinde sirk adı verilen kabare gösterilerinin yapıldığı, herkesin o kendinden geçme ayinine kapıldığı bara gidip oturuyor, Raymond Chandler da herhalde böyle yapardı deyip kendime bir içki ısmarlıyorum.
Yeri burasıdır deyip, beni öldürmek isteyenlerin işlemesi gereken kusursuz cinayet nasıl olurdu diye düşünmeye koyuluyorum.


Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubuna aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz.
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir.

Ayrıntılar için lütfen tıklayın