kapat
Anasayfa
|
E-gazete
|
Sarı Sayfalar
|
Arşiv
|
Üye Ol
|
Üye Girişi
|
English
|
Kırmızı Alarm
  
9 Şubat 2009, Pazartesi
Sabah
 
Haberler Spor Günaydın Ekler Dosyalar Servisler Multimedya Astroloji Kültür-Sanat İşte İnsan Emlak Çocuk Çizerler
Sabah Günaydın Cuma Cumartesi Pazar Buzz
 
24 Saat
24 Saat
ÜLKÜ TAMER

Üniversitede gazetecilik öğreniyorduk

1961. Gazetecilik'te, tam adıyla İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Gazetecilik Enstitüsü'nde öğrenciyim. Sınıfa girince karşılaştığım ilk kişiyi hocalardan biri sandım. O da benim gibi öğrenciymiş meğer. Asker kökenli bir öğrenci. 27 Mayıs sonrasında Yarbaylıktan emekli olunca üniversiteye girmiş, gazetecilik öğrenimi yapmaya.
Ama sınıfın en yaşlısı o değildi. Bir de Emekli Albay vardı. Hocalarımızdan Aytekin Tosun, ilk derste başını önüne eğmiş adlarımızı okuyordu. Sıra onun adına gelince durakladı. Ayağa kalkarak, "Yüzbaşım!" dedi. "Siz de mi bu sınıftasınız?"
"Evet, hocam," dedi Albay.
Aytekin Tosun yedek subaylığını yaparken, bizim sıra arkadaşı onun Yüzbaşısıymış. Şimdi öğrencisiydi.
Albayla Yarbay kısa sürede canciğer dost oldular. Öğrencilikleri dirildi. Orta 1'liler gibi elense çekmeye, ders aralarında güreşmeye başladılar. Bir gün yine koridorda güreşe tutuştular. Yarbay daha genç ya, Albayı kaldırdığı gibi iki metre öteye, İktisat hocamız Ahmet Kılıçbay'ın odasının kapısına fırlattı. Çarpmanın şiddetinden kapı güm diye açıldı. Albay, Ahmet Kılıçbay'ın masasının önüne düştü.
Kılıçbay, şaşkınlıkla baktı Albaya. Albay yattığı yerde ceketinin düğmelerini ilikledi. "Affedersiniz, hocam," diye mırıldandı. "Şakalaşıyorduk da..."
Sınıfta bizden oldukça yaşlı biri daha vardı: Esat Bey. Göze batacak derecede şık giyinir, "monşer" li konuşurdu. Sonraları spor federasyonlarından birinin başkanlığını yapacaktı.
Esat Bey ilk hafta girmemişti derslere. İkinci hafta, Gazete Fotoğrafçılığı dersinin ortasında kapı açıldı, kısa boylu, kır saçlı bir adam girdi. İlkokulda, ortaokulda olsak Müfettiş diyeceğiz. Hocamız Cemal Bey de şaşırdı, ama kim olduğunu soramadı ona. Esat Bey gitti, arka sıralardan birine sessizce oturdu.
Cemal Bey ders anlatmayı bitirmişti. "Soracağınız bir şey var mı?" dedi.
Esat Bey ayağa kalktı. "Efendim," dedi. "Ben Hattı Üstüva'da fotoğraf çekmiştim. Çıkmadı. Acaba neden?"
Önce bir sessizlik çöktü sınıfa. Hattı Üstüva... Yani Ekvator. Sonra kahkahalar patladı.
"Bilemem," dedi Cemal Bey. "Çeşitli nedenleri olabilir. Ekvator'da hava sıcaktır, belki filmi etkilemiştir."
O günden sonra adı Hattı Üstüva kaldı Esat Bey'in.
Gazete Fotoğrafçılığı dersi iki yıl sürdü. Haftada iki saat. Ama iki yıl boyunca fotoğraf makinesi bile görmedik. Fotoğrafçılığı dinleyerek öğrenebilmek için canımızı dişimize taktık.
Öteki derslerde de durum pek değişik değildi. Sözgelimi Maliye'de. Hocamız Esat Tekeli'ydi. Bir zamanlar Maliye Bakanlığı yapmıştı. Çok yaşlıydı şimdi. Kulakları pek iyi işitmiyor, bu yüzden bağırarak konuşuyordu. Anlattıklarından bir şey anladığımız pek söylenemezdi.
Adam Smith'den mi söz ediyor, "Yazın!" diye bağırıyordu. "Adam İsmit..."
Arka sıralardan Erdoğan sesleniyordu:
"Yazdık hocam, Madam İsmet..."
"Madam İsmet değil, Adam İsmit..."
"Evet, hocam, Madam İsmet..."
"Madam İsmet değil, Adam İsmit..."
Ders boyunca Adam İsmit-Madam İsmet atışması sürüp gidiyordu.
"Sınıf arkadaşımız" Şükrü Yarbay, 27 Mayıs'tan sonra emekliye ayrılmıştı. 28 Nisan olayları sırasında İstanbul'da görevli olduğunu söylüyor, şimdi sınıfta sıraları paylaştığı bizlere o güç dönemde nasıl yardım ettiğini anlatıyordu.
İşkenceci polislerden yakınıyordu:
"Sırtımda Yarbay üniformasıyla odaya girince bir de baktım ki, polisler almışlar bir öğrenciyi ortalarına, hababam vuruyorlar! Ama nasıl bir dayak! Ben olsam oracıkta ölmüş gitmiştim. Cop, tekme, tokat, yumruk... Dayanamadım."
Acaba ne yaptı diye yüzüne bakıyoruz.
"Dayanamadım... Çıkıp gittim."
Cevat Fehmi Başkut'la Burhan Felek de hocalarımız arasındaydı. Burhan Felek, Nasreddin Hoca fıkraları anlatırdı hep; "kıssadan hisse" çıkarmayı da unutmazdı. Cevat Fehmi'nin günü gününe uymazdı.
Günün birinde kızdı. "Ne söylesem yazıyorsunuz!" diye bağırdı. "Bırakın not tutmayı. Not tutup ne yapacaksınız? Dinleyin, yeter."
Beş dakika sonra bir fıkra anlatacağı tuttu onun da. İki-üç cümleden sonra sustu, bize baktı. Yine başladı bağırmaya:
"Yazsanıza! Sonra unutacaksınız!"
Sınıf arkadaşlarımızdan Erhan'la Tulga'yı da hatırlıyorum. "Mütevazı" bir devdi Erhan. Tulga'ysa cep radyosu kadar bir kız. Birbirlerini sevdiler. Okuldan sonra evlendiler. Bir de çocukları oldu.
Yıllar sonra İnönü Stadı'nda rastladım Erhan'a. Maç başladı başlayacaktı. Yeni geldiği için ayakta kalmıştı. Seslendim, yer açtık, oturdu. Oturur oturmaz da tepemizden geçen bir uçağı gösterdi.
"Görüyor musun şunu?" dedi. "Tulga'nın uçağı. Londra'ya gidiyor. Çocukla birlikte. Biraz önce yolcu ettim. Bir hafta kalıp dönecekler."
Ama dönemediler. O gün havacılık tarihinin en büyük kazalarından biri olacak, "Tulga'nın uçağı" Londra'ya inemeden yere çakılacaktı.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubuna aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz.
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir.

Ayrıntılar için lütfen tıklayın